29 Eylül 2008 Pazartesi

izafiyet


boyun kadar, belki boyundan çok az daha uzun bir tepeye "dağ" deyip yamacında bir gezintiye çıktın. kulağında, dünyada hiç yapılmamış ve belki de sonsuza dek hiç yapılmayacak bir şarkının, senin şarkının, melodisi var. nereden geldiğini, nereye gittiğini, seni bekleyenleri ve beklediklerini çoktan unutmuşsun. zaman keşke dursa klişelerinden vazgeçmiş, zamanın hakikaten de durduğuna inanmışsın. ayağının altındaki çimenin kokusu bulutlarınkiyle birleşmiş kafanda. hemen o an bunu bir parfüm şişesinde hayal etmişsin. mavili yeşilli o parfüm şişesi, boyun kadar dağın yamaçlarında yok yere güldürmüş seni, o durmuş zamanda.


sonra korkmuşsun duran zamandan. başlatmışsın yine kaldığı yerden ve bulutlar bir anda yok oluvermiş. yok saydığın o küçücük, belki de kocaman, zaman dilimi belli ki aleyhine çalışmış. parfüm şişesine hapsetmeye çalıştığın bulutları; donukluğunla, kendi kendine gülmelerinle, düşünceli halinle korkutmuşsun ve hepsi başkasının tepesine üşüşüvermişler.


böyle böyle başlarmış masallar. hayallerle. gerçeküstülerle. gerçeklerle. bir varmış bir yokmuş. bir bulut çok korkmuş ve birden yok (mu?) olmuş...

18 Eylül 2008 Perşembe

eyüp sabri tuncer


saatin 06'ları. güneş doğmaya çalışırken, çoğunluk bilmemkaçıncı rüyasında ve işi evine uzak olanların da alarmları çalmaya hazırlanırken, uyandım. üstelik o güzelim rüyamın içinden beni uyandıran, gitmek zorunda olduğum işe yetişmem için kurulan alarm da değildi. zira kendisinin harekete geçmesine daha 2 saatten fazla vardı. uyanışıma sebep, hacim olarak benden binlerce kat küçük olan hain düşman, minyatür vampir, arsız avcı... anlaşıldığı üzere bir sivrisinek olan bu karşı saf, beni en savunmasız anımda, uykumda yakalamıştı. havalar ısınınca hortlayan ve havalar soğudukça (keşke sonsuza kadar olsa) yok olan bu nefret ırkın en hain bireylerinden biri; dün gayet ironik bir şekilde havanın 10 derece birden düştüğü, şimşeklerin yağmura eşlik ettiği gecede benim odama sığındı ve kendisi gibi biyerlere sığınan müşkül bir tanrı misafirine hiç de yakışmayan hareketler sergilemeye başladı.

rüyamdan ani bir kopuşla uyandığımda iki elim de deli gibi kendimi kaşımakla meşguldü ve sivrisineğin akşam yemeğinden kahvaltıya kadar uzanan ziyafetine bir ısırık yetmemiş olacak ki üzerimde verdiği parti bana 5 tane kaşınma noktası olarak dönmüştü. yetişemiyordum ve bu 5 noktadan hangi birini kaşıyacağıma karar veremiyordum. ben olaya el koymaya çalışırken o lanet parti hala devam ediyordu ve malesef ben çoktan bir kan bankasına dönüşmüştüm.

cayır cayır yanıp ölümüne kaşınan 5 noktayı yok farzetmeye ve ayılmaya çalışarak banyoya gittim. tek ihtiyacım olan kolonyaydı ve çölde su arayan bedevi edalarında girmiştim banyonun dolabından içeri. tabiki yoktu. derken lavantalı bir sprey kolonya buldum ve neşeyle odama döndüm. ardından hüsran ve çaresizlik. elimdeki lavantalı kolonya görünümlü şişe, doğan görünümlü şahinmiş meğer. içinden çıkan gül suyuyla, kaşıntılarım yetmez gibi bir de dev bir güllaca dönüşmüştüm. çöl bedevisi hallerim yerini uyuşturucu bağımlısı krizlerine denk hallere bırakmıştı.

çekmeceler, kutular, raflar, şifonyerler. yoktu işte. bilmemkaç metrekare evde hiçbir limon alkol kombinasyonu yoktu ve uykum çoktu. kolonya uyku eğrisinde kolonya sıfırda seyrederken uykumun grafiğinde hızlı bir artış vardı. madem kolonya yoktu yapmam gereken düşmanı etkisiz hale getirmek diye düşünerek ışığı açtım ve dışarıdan bakanı biraz güldürüp biraz da korkutacak garip hallerle milim boylum al kanlımı aramaya başladım. sinsi. hain. korkak. kurnaz. yoktu. saklanabileceği o kadar çok yer varken onu bulabileceğimi düşünüşümün yegane sebebi uyku sersemliği olmalıydı ve çabalarım ne kadar beyhudeydi.

gitmiş olmalı, zaten beni yemesinin üstünden çok vakit geçti biyere konup durmuştur diye düşündüm. 5 yerden kan içen bir hayvan balon gibi şişmiş olmalıydı ve uçmaya hali hiç ama hiç olmamalıydı. tabi tüm bunları çok üyeli bir çete olmadıklarını umarak düşünüyordum. nedensiz ve zamansız gelen bu iyimserliğim yüzünden artı 2 ısırığa daha kavuşacağımı bilmeden, ışığı kapayıp yatağıma yattım ve uykuya yöneldim. ki anında suyun uyuyacağını ama düşmanın uyumayacağını tecrübemle sabitledim oracıkta. o şeffaf karnı iki kere daha 0 RH - imle dolmuştu. artık dirseğim ve elim de kaşınıyordu. elimi kolumu bağlamaktı amacı besbelli. ve şimdi de şen kahkahaları mini desibeller, maksi hertz'ler şeklinde kulağımda vızıldıyordu.
yine kalktım. yine ışığı açtım. bu sefer onu aramanın pek beyhude bir çaba olduğunu bilerek, ramazan pidesi gibi yatağa uzandım. ısırabileceği dev bir kan balonu olarak beni görmesi ve bana yaklaşması akabinde de sağ elim tarafından pestil haline getirilebilmesi için kendimi yem olarak kullanmaya karar verdim. zaman benim bu hallerime hızla gülüp geçiyor, güneş yükseliyordu. o saf halimle kendimi ona yem ederek nöbet tutarken, her nöbetçi asker gibi ben de uyuyakalmışım. rüyamda dev sivrisineklerle savaşıp intikam duygumu körüklüyordum ki yine aniden ve yine çıldırasıya kaşınarak uyandım.
artık kolonya farz olmuştu ve ben diğer alkollülere saldırmadan önce onu bulmalıydım. içten içe evin biryerlerinde olduğuna dair inancım kaybolmaya yüz tutmuşken, tatile gidip orada bıraktığım off spreyler için kendime kızıyorken ve artık azılı sivrisineğe de kendimi teslim edip uyumaya çalışmayı göze alıyorken, türlü saçma kozmetiklerin olduğu bir sepet geldi aklıma. bari oraya da bakaydım, bulamayıp da yataydım deyip raftan hızla çektim sepeti ve bir ışık hüzmesi doğdu sepetin içinden: eyüp sabri tuncer limon kolonyası.
o ana kadar en favori kolonyamın selin kolonyaları oluş sebebini söylemeye gerek yok, isminden olduğu kadar niteliğinden de üstelik. ama, o güne kadar dalga geçtiğim, kemal kükrer ve eyüp sabri tuncer ikilisinden birinin, bir gece ansızın beni böylesine muhtaç bir durumdan kurtarabileceğini kim bilebilirdi.
sonra, huzur. öldürme isteğinde, vahşet ve intikam duygularında hızla azalma. limon ferahlığı. yastık rahatlığı. ne olur ne olmaz kafaya kadar çekilmiş bir pike ve tatlı bir uyku ve nükseden kaşıntılarla başlanan yeni bir gün.
eyüp sabri tuncer, sen dün gece bir ırkın umutsuzluğu bir başka ırkınsa cankurtaranı oldun. ne mutlu sana.

11 Eylül 2008 Perşembe

dırdır vırvır

bu aralar sürekli bir serzenişlerdeyim biliyorum ama elimde değil. yine öyle bir yazı bu, erken uyarı sistemi kurayım da ne olur ne olmaz, alarmı çalınca kaçarsınız.

işyerim mezarlığın yanında, mezarlık sokakta. bilip bilebileceğiniz en uysal en iyi komşulara sahibiz anlayacağınız. ama nedense hep bir çekinilir, istenmez mezarlık yanı, yakını evler ve hep daha ucuz olur diğerlerine kıyasla. niye ki? anlamam. adamın sana nasıl bir zararı dokunabilir ki. tatlı tatlı yatmış uyuyor. pili bitmiş, adam gitmiş. sen paşalar gibi kanlı canlı gezerken o ruhani haliyle sana naapsın. hadi diyelim bişey yapası tuttu (?!), senin evinin yakınında olsa ne olur olmasa ne olur. adam ruh, ruh! uçar da gelir senin yanına veya zaten istediği yere. ki zaten öyle de bir durumda senin yanına geleceğini sanmam, seni naapsın. yani ben olsam gelmem. giderim parise eyfele, romaya, özgürlük anıtının tepesine, okyanusun ortasına, firavunun ruhuyla kanka olup piramitlere filan.

işte böyle saçma sapan şeyler düşünüyorum her sabah bir mezarlık yanından geçip, başka bir mezarlık yanındaki işime giderken ve yine bir başka üçüncü mezarlığın yanından geçip evime dönerken.

yine bazen sabahları işe giderken dalmamışsam başka taraflara hep ulus oditoryumu takılıyor gözüme. her seferinde de 5 dakika sonra varacağım işyerinde hemen TDK dostuma sorayım diyorum, ey TDK ne demektir oditoryum diye. öyle de kallavi bir adı var ki mübarek. ODİTORYUM. heheeeyyyttt. neler dönüyor içerde belli değil. böyle yüce konseyler toplanmış hayati kararlar alınıyor, mu? dev bir anfi tiyatro var da bir grup çılgın insan aktiviteler silsilesinde boğuluyor, mu? derken artık geçen gün dayanamadım. oditoryum oditoryum diye tekrar ede ede delirmenin eşiğindeyken girdim ofise ve koştum TDK'ya nefes nefese. efendim buraya kadar hahayt nidalarıyla "ay oditoryumu bilmiyomuş pes" deyip dalga geçenlerinizi önce eshefle kınayıp şöyle bu tarafa alıyorum. kalanlarla bu yüce bilgiyi paylaşmaktan gurur duyarım ki oditoryum etkinlik merkezi demekmiş. fısssss. ama bir de şöyle bir şey var ki antik romada halkın ozanları dinlemek üzere toplandığı yermiş de aynı zamanda. havası ordan, ta antik romadan geliyormuş demek. rahatladım.

bakın biri bir kuyuya taş attı, kimsenin de çıkarmaya niyeti yok ama saçmalığın daniskası bir kalıp oluştu köşeye sıkışan benim gibi bir işi olanlar çalıveriyor o kalıbı her yere şöyle ki:

çaresizseniz, çare sizsiniz! tepkisizseniz, tepki sizsiniz!

yahu bu nedir? ne saçmalık. binlerce kere kullanıldı ve artık etkisiz. etkisizseniz, etki sizsiniz ve hatta beyinsizseniz, beyin sizsiniz!!



türkiye'de niye siyah koyun yok! masaüstümde (yani bayaa bayaa masamın üstünde) bir beyaz bir siyah koyun var, notlarımı tutmakla görevlendirilmiş. o siyah olana baktıkça bunu düşünüp duruyorum. olsa süper tatlı olurdu. yurdum insanının zencisinin olmayışı gibi bişey mi acaba? mango, avokado, kapari falan da yoktu eskiden, biyerlerde var oldukları halde. yeni yeni geldiler. siyah koyunlar da ilerleyen yıllarda ufaktan gelirler mi acaba bu tarafa? ben bekliyorum, yurt dışına gideniniz varsa haber salın karalara.

msn'e özgü laflar var.eskiden de vardı asl'ler filan. belki hayat kurtarıyodur birileri için rahattır falan da ben bitanesine çok fena uyuzum. ark. ki türkçe sözlükte içinden su akıtmak için toprağı kazarak yapılan açık oluk, ingilizce sözlükte nuhun gemisi demek. ama tükçe msn'ce-msn'ce tükçe sözlüğe bir bakıyoruz. ne demekmiş efendim: arkadaş! yok artık! geliyorlar artık bana ama. yahu çok mu fazla geldi sana o 4 harf de türkçeye böyle bir kısaltma sokuşturmaya niyetlendin? ark.ım, ark.larım ark.larla. bir de tsk.ler var ki ona artık hiç giremeyeceğim.

book'un da fazla geldiği ve güzelim ismi olan facebook yerine adı bugünlerde face diye geçen o meşhur sitede dün, golden retriever bir köpeğe ait kişisel hesap gördüm. adı köpeğin adı, soyadı sahibinin kelli felli soyadı şeklinde bir hesap açılmış hayvancağıza. fotograflarda tag'lenmiş, bazı fotografların altına köpek ağzından (artık nasıl bir saçmalık siz tahayyül edin) yorumlar falan yapılmış. komik değil, sevimli değil, mantıklı değil. yani tek bir soruyla yetinemeyip iki soru soracağım hesabı açılan köpeğin sahibine: 1.ne yapıyorsun sen? 2.hakkaten bu kadar çok mu vaktin var?

yemeksepeti.com'da gördüğüm bir banner: dominos'tan iftar menüsü. italyan yemeğiyle iftar :) çok fantastik, çok hoşuma gitti. burdan yola çıkarak da bir önerim var iftar reklamlarına. bıktım artık güzel neşeli kalabalık ailelerin etrafını çevirdiği masalarda aptal aptal gülüşmelerden, kahkahalarla kola açışlardan, abartılı neşelerle çorbaları tabaklara dökenlerden. böyle tek başına pizzayla, hamburgerle orucunu açan bir genç, yada iki sevgili başbaşa ve sakin bir mutlulukta falan, ne bileyim bir alternatifi olmalı. neşe patlaması kalabalık aileler işgal etti kutuyu, ofh.

böyle sahneye bir şarkıcı çıkar. genelde saçma sapan bir mekanın saçma sapan şarkıcısıdır ve saçma şarkılar söylüyordur. o saçma sapanlıklar yetmiyormuş gibi bu şarkıcının aklına cin bir fikir gelir ve şarkı sözlerini seyirciye uyarlar, nedeni amacı bilinmez bir biçimde, hiç hazzetmediğim gevrek bir gülüş ve seyirciyi gösteren bir el eşliğinde: "bana herşey SİZİİİ hatırlatıyor" müzikten, şarkıdan, ortamdan soğuduğum eşsiz bir biçimde irite olduğum nadir anlardandır işte bu, pooff.

dır dırlarımın ardı arkası kesilmiyor ama bakın bunda da bana hak verecekler çıkacak. yine icat devşirme laflardan dem vuracağım çünkü. hapşurunca çok yaşa denir bu bir kalıp. sen işi gücü bırak, düşün ki çok yaşamanın bir faydası yok o hayat iyi olmadıktan sonra, önemli olan iyi yaşamak de. o hapşuruğun üzerine felsefik anlamlarla örülmüş bir laf ara, bul, söyle.

-hapşuuuu

-çok yaşa.

-iyi yaşa! (ehem, kendinden emin tavır, hey dostum çok değil iyi yaşamak öneli olan laf sokuşu edaları, böyle bir böbür bir ne güzel dedimcilik)

ya sana diyorum iyi yaşa'cı. çok yaşasın da, iyileştirmeye vakti çok olsun bir yolunu bulur elbet sanane, laf üstüne laf niye söyleyip, yeni yeni laflar devşirip, icat edip beni bloglara kusturuyorsun.

bitmedi. bitmiyor ki ben ne yapayım. bu iyi yaşacılar derneği toplanmış ve demişler ki biri bir şey yapınca ve biz bunu beğenip takdir ettiğimizde teşekküre denk "eline sağlık" diyoruz. ama efendi, gönülden yapılan şeylere eline sağlık dediğimizde içimiz bir kıpır kıpır bir huzursuzuz. ne yapsak ne etsek. ve buyrun bakalım "kalemine sağlık" "gönlüne sağlık" "emeğine sağlık" "yüreğine sağlık"lar havada uçuşuyor. öyle antipatik ve gereksiz ki kanımca. bu kadar adres belirtmeye gerek varmı. daha havalı daha romantik laflarla deyim üzerinden laf süslemeye ne de meraklıymışız.


ve bugün hayatımda ilk (ve çok büyük ihtimalle son) kez gay bir taksiciye taksicinin arabasına denk geldim :) hayır yazdığım taksidji yazısıyla ilgili, bugünün mevbahsi olan taksiciye duyduğum sinirden değil adama gay deyişim. kahramanımız gayet havalı ve tertemiz düpdüzgün giyimli, yuvarlak yüzlü, kirli sakallı artistik halleriyle bende cadde taksicisi havası yarattı ilk izlenim olarak. sonra önümüze çarparcasına çıkan bir arabayla başlayan "hay allahım kimler ehliyet alıyor, nasıl dönüş yaptı, yollar ne fena, devlet duy vatandaşın feryadını" konu başlıklarından karşılıklı serpiştirişlerimize abartılı el hareketleri, yaaaaaaaniiiiii'ler, ay evet'ler, olmaz yaaaağniiii'ler ve tatlı ses tonajları eklenince allah allah diye içten içe pis pis sinsi sinsi gülmeye başlamıştım ki, her taksiciye söylediğim kolay gelsin'e babaaay diye karşılık verdi :) daha ne diyeyim, belki de sevip sevebileceğim tek taksiciydi.

dırdırlarım buraya kadar, şimdilik. babaaaay :)

9 Eylül 2008 Salı

eeeyy TR, neredeysen come back!

yeni yeni kendinden geçen kelimeler var. yeri geliyor ben de kullanıyorum, ama bir yandan da acaip sinir bozucular öyle böyle değil. keşke diyorum böyle toplu bi' bilinç kaybı olsa da bu abidik kubidik kelimeleri "havalı konuşuyorum şekerim"ciler (ki dediğim gibi bazen bende dahil) aniden unutsa ve cümleler daha temiz, herkes eşit, dünya da daha güzel bir yer olsa, ha fena olmaz mı?

kime, neye bu isyan. böyle bir serzenişten sonra bu buhranlara bir adres belirtmeden olmaz. bir bir sıralıyorum aklıma gelenleri şimdi, hadi bakalım buyrun burdan.

butik: her şey bunun başının altından çıkıyor zaten. ah şekerim çok butik bir restoran bulduk ta anasının nikahının yapıldığı yerde ama pek güzel. öyle atla deve değil butik bir yer olacak. bakın, butik tüm kötülüklerin anasıdır. bu butik başımıza dert açacak, demedi demeyin.

konsept: kafamda şöyle bi konsept var. konsept bir mağaza açma fikrim var ne diyosun? daha konsept bişeyler olmalı bence. yahu yok mu bunun muadili allahaşkına, dillere pelesenk de oldu atamıyorum, her deyişimden sonra da iç sesim öflüyo pöflüyo. belirleyin bir konsept, hep ona uyucam ben söz.

trend: birileri belirliyor, en yenileri eskiyenleri falan ortaya çıkıyor, bişeyler oluyor. bir de ekürileri var bunun: trendsetter, trendy falan. çok da kullanışlı meret, naapsak bilemedim.

mod: hey maşallah. bunun önünde kim durabilir söyleyin bana. hiç modumda diilim. tatil moduna girdim bile. süper bir moddayım hadi coşalım. o anki moduma göre bakarız. sen bambaşka bi moddasın şu anda. elin mood'u bakar mısınız ne hallere düştü dilimizde.

organik: manasında bir sorun yok. ama bugünlerde organik gördünüz mü şu demek oluyor: canlar, biz sizi kanserojene boğduk bi müddet, hala da boğuyoruz o ayrı. ama aslında elmalar bayaadır öyle kırmızı yuvarlak sert sulu değil! bak böyle, eciş bücüş, küçücük, çürüğümsü ve daha pahalı üstelik her yerde de bulamazsınız. organik.

ekolojik: yani?

başarılı: bakın nası zararsız, diğerlerinden ayrışık uslu görünüyor dimi? diil efendim! meyveye, sebzeye, yemeğe, giysiye başarılı diyen var yahu. bir çilek ne kadar başarılı olabilir. pantolonun çok başarılı ne demektir? öss'de derece mi aldı benim lanet pantolonum, karpuz çok başarılıymış abi mi? yurt dışında derece mi almış allahın meyvesi?

keyifli: hah! başarılı gibi bir tane daha. bir sıfat nasıl da yerli yersiz heder olurun ispatı. çok keyifli bir insan. ne dediğini sanıyor: güzel, eğlenceli biri, sevdim bunla vakit geçirirken insan sıkılmaz, hoş birisi. oysa ne diyor: bu insanın keyfi yerinde, bir şeye sevindi zahir.

karizma: neredeyse sözlüğümüze girmeye yeltenecek kadar yüzsüz ve kemikleşmiş. biri size karizmatik diyorsa bir boy kıllanın. çirkin falan dememek için böyle bir punduna getiriyor olmasın. çok hassas.
imaj: herkesin bir imajı var çok şükür. kafamız rahat. karizmayı sokarsak sözlüğe bu da peşinden gelir, demedi demeyin.
tarz: düzgün bir kelime gayet. tarzım var tarzın var tarzınız var. tamam. ama çok tarz. bu ne şimdi? çok tarz. yani? oldu mu şimdi. ya bu çocuk çok tarz. biçim, şekil, yol, üslup demek değil mi tarz? eee? bu çocuk çok biçim. ne biçim? oluyor mu hiç.

format: bakınız bu da biçim demek. ama bu zavallı biçim'e nasıl bir garezimiz varsa artık, onu yok etmek namına doldurmuşuz kelimeleri dilimize.
cool: bire bir arak artık yüzsüzlük.
direkt: bunla da derdim sonundaki T ile. kimse farkında değil onun varlığının. doğrudan'ı kullanmıyorsun peki ama direk diye bir şey yok! bir tane T koyuver arkasına sonra direkt söylersin ne söyleyeceksen.
sinerji: oof... metinlerin göz bebeği, kurtarıcısı. sanırsın toplaşıp toplaşıp ortak güçler yaratıyor herkes. lafta öyle. denizde sarıldığım yılansın ey sinerji, düş yakamızdan.
global: sanki dün anladık dünyanın top olduğunu, ve hepimiz de pek bi sevindik, doyamadık globallere. küresel, küre biçiminde olan demek değil mi bu? o zaman bir önerim var şunun gibi de kullanılsın: şekerim çok kilo almışsın, globalleşmişin bu aralar.

spot: TDK tanıtımcık diyor. bundan sonra öyle diyelim mi?
ekstrem: bildiğin sıradışı.

daha da dayanamayacağım, gerisini siz düşünün artık benden sonra tufan.
adeta brain storming :)