24 Temmuz 2009 Cuma

a tribute to alfred

kara canlıları olarak biz hayatımıza kendi halimizde devam ederken suyun altında ve başımızın üstünde bambaşka dünyalar da türlerine münhasır hayatlarına tıpkı bizim gibi devam ediyorlar yüzyıllardır. şu an mevzubahis edeceğim ıslak olanlar değil, başımızın üstündeki başka dünyalar. ama onlar tabii ki "selam dünyalı, biz dostuz" diyenler de değil, ki o konuya girsem çıkamam bu çok kesin, daha ziyade "ciiyyp", "gaarrk" ve "guuk" diyenler, yazının konusunu teşkil ediyorlar. kuşlar.

varolmuş türlerden birçoğuna bir şekilde sevgi veya nefret duymuş (ve kişisel tarihi boyunca duyacak) olan ben uçangiller için de "bunu severim koy bu tarafa, bunu sevmem at uzağa" şeklimde kafamın içinde çeşitli kategorizasyonlara (huh), dosyalama yöntemlerine gitmiş ve tahminlerinizi belki de biraz yanıltabilecek sonuçlarla dönmüşümdür hep o gidişten.
komikten de komik bir suratla, gamsız hallerle, acaip gözleriyle, exorcist'sel kafa hareketleri ve tok sesleri ile baykuşlar, mümkün olsa Harry gibi kolumda gezdirme isteği uyandırıyor bende mesela. bazen benden daha akıllı olduklarından şüphelendiğim, birkaç yüzyıl yaşayan ve keşke dile gelse neler anlatır dediğim, karizma bombası ve dedemin deyimiyle Amdülhamit'i bile görmüş olan kargaları da, saçımla kamufle olmuş bir şekilde kafamın üstünde taşıyabilirim çok uzun sürelerce. sanırım genel olarak kuşlara aksesuar gözüyle bakıyorum. kendi yazdıklarıma bakınca bana bile öyle gibi göründü en azından.

şimdi bu değerlendirmelerin hiçbiyerine koymadığım bir tür daha var: şehir güvercinleri. yani beyaz, barış kardeşlik için havaya attıklarımız, yok efendim paçası fırfırlı fashion show'dan fırlayanlar veya düğünlerde baş başa verip yüzükleri taşıyan aşk güvercinleri değil söylediğim. basbayağı gri tonlarında giymeyi seven gurk gurk'cu ayakaltı güvercinlerinden bahsediyorum. estetik olarak çok da fena olmayan hatta birçok kez resimlerini çizdiğim bu türün huyları için aynı şeyi söyleyemeyeceğim sanırım.

çocukluğumda her çocuk gibi onların içine dalışım, her çocuğun dalışı gibi sonuçlanmamış; onlara yem vereceğim derken ayağımı burkmuş, annemin beni uzun bir yol boyunca kucağında taşımasına sebep olmuş, vicdan azabıyla ilk kez o zaman tanışmıştım ve hiç de sevmemiştim. güvercinlerle, girişteki bu antipatik tanışma faslının gelişme ve sonuçta da pek hazzedilmeyen durumlara yolaçması kaçınılmazdı zaten. çünkü ne derler bilirsiniz: ilk izlenim çok önemlidir.

istediği yere uçabilecek, kendi bakış açısıyla kuşbakışı bize karıncalarmışızcasına bakabilecek, ağaç tepelerinde püfür püfür keyiflerine bakabilecekken, belki de dünyanın en kalender türü olarak değerlendirebileceğimiz güvercinler nedendir bilinmez şehir hayatına adapte olmayı seçip, gökte değil yerlerde gezmeyi tercih ederler. ve onlara zarar vermeyeceğimizden nasıl emin olmuşlarsa artık genlerine işleyen bu gönül rahatlığıyla da üzerlerine basmamıza ramak kalmasına rağmen sırtında duran o iki kanadı kullanmaktansa refleksimsi bir hareketle anca 3 santim öteye zıplayıverirler.

genelde böyle zararsız ayakaltı davranan bu kuşlar bizim garip apartmanımıza (previously on blog) ayak uydurduklarından olsa gerek sınırlarımız içinde gayet ürkünç davranmaya karar vermişler.

tüm gününü, aydınlığa bakan camlarımızda, ki bunlardan dört tane var, aniden belirerek bizi ürkütmeye ayıran apartman sakinleri (artık ne kadar sakinler pek de emin değilim gerçi), banyo yaparken buzlu banyo camının arkasında elinde bıçakla banyo perdesinde beliren katilden ilham alarak aniden belirerek camı gagalar ve ani kara belirişine, garip bir de ses ekler. şans (?) eseri kafan şampuanlı ve gözlerin kapalıysa ani kalp sarsıntıları yaşar, banyoda başına birşey gelirse çıplak halini görmesi olası kişileri aklına getirir, o sıralar vucudundan memnunsan huzurla banyona devam eder değilsen rejim ve spor aktivitelerine kafa yormaya başlar camın dışındaki sinsiyi unutuverirsin.

mutfakta, sessizliğin tam ortasında, bir dilim ekmeğin üzerine nutellayı eşit oranda, taşırmadan ve parmaklarına bulaştırmadan sürmek için ciddi eforlar sarfederken, bu ritüelin içinde yoğun konsantrasyonla kaybolmuşken bu sefer mutfak camında belirir ve ani bir guuuuurrguuguguurrrrk la yine bir reflekse sebebiyet vererek sürdüğün nutellanın ekmekten kopup koluna kadar sürülmesini sağlar. ve eminim sonra da hin hin, guguruk guguruk güler camın dışından.

sabah uyku sersemi, giysi dolabının kapısını açıp, muhtelif kombinasyonlara bakıp bugün ne giysem diye düşünürken, yan pencereden bakıp iyice düşüncelere dalmanı bekleyen hain kanatlı, düşüncelerinin en derin olduğu an pencerenin üstündeki demir tenteye adeta "zıplar" ve güne bir gonk sesiyle başlamanı sağlar.

evimizin kapısının karşısında bir kapı daha var. yüzyüze bakıyorlar giriş kapısıyla. bu kapı mini depo gibi, kombinin durduğu, kilerin havalısı gibi bir ortam. ve bu kapıyı tavana bağlayan duvarda da minik dikdörtgen bir delik var. paspasımızın üzerine bıraktıkları yumurtalardan, giriş çıkış trafiği sebebiyle randıman alamayacaklarını çok şükür ki 4 senede öğrenen cam önü güvercinlerimiz çiftleşme akabinde bu kapının dikdörtgeninde kendilerini bulmaya ve evimize girip çıkarken kafamızdan maksimum 3 santimetre boşluk bırakarak ve mümkünse saçlarımızı havalandırarak pike yapmaya başladılar. o miniminnacık dirtdörtgenin içinde, gelecek yeni nesillere nasıl bir yuva hazırladıklarından bihaberdim ta ki baş ağrımı dindirmek için ilaç almak üzere o kilerin kapısını açana ve tepemize doldurdukları yuva malzemeleri ayaklarıma dökülene kadar. yüzdesel olarak büyük oranda kemiklerden oluşan, ki tertemiz bembeyaz o kemikleri hangi lanet yerden nasıl öyle tertemiz bulabildikleri de pek düşünmek istemediğim bir konu, yuva malzemeleri bir mühendisin yüksek takdirini kazanırdı. zira o kadar kemik, kolon ve kiriş olarak kullanılmaktan başka ne işe yarar o da bir başka bilinmezlik ve korku öğesi.

paparpaparparparpar kanat sesleriyle boğuşmalı geçen çiftleşme seansları, çıkır çıkır tırnak sesleri, gugugurrrr'lu burburibbbbbbbbuburrrk'lu sohbetler, tık tık tık tık gaga sesi, gonk sesi... adeta sonu gelmeyen bir senfoni.

şimdi seni çok iyi anlıyorum Alfred...

umarım orada melek de olsa eros da olsa pegasus da olsa, kanatlılardan uzakta huzurlusundur...