11 Mayıs 2009 Pazartesi

veresiye defteri


bir bakkal. alışılmışın dışında içerde beyaz değil sarı sıcak ışık. hatta ışıklar biraz alçakta. ve hatta kasanın yanında da bir sıcak ışıklı masa lambası. beyaza boyanmış tahta raflar. hasır sepetlere dizilmiş beyaz, kepekli ve zeytinli ekmekler. ince hasırdan çuvallar bir köşede, içlerinde un, pirinç, fasülye. bölmelere göre gruplanmış ürünler, önlerindeki metal kıskaca kıstırlmış mini bir pankart gibi havada duran tatlı bir fontla yazılmış fiyatları. beyaza boyanmış tahta raflara uyum sağlan beyaz tahta rulolardan çizgilerin üzerine asılmış günlük gazeteler, yanındaki raflarda duran dergiler. tahta bir kovaya samanlarıyla birlikte dizilmiş bembeyaz yumurtalar. tahta çukur kaplara doldurulmuş rengarenk sakızlar. cam kavanozlarda duran gökkuşağı şekerler. eski usül bol keseden dağıtmaya yarayan yuvarlak kocaman kadranlı bir tartı. kocaman çevirmeli tuşları olan eski bir beyaz telefon. sayfaları eskimiş, üzeri telefon konuşmalarının anılarıyla dolu bir defter. kapının önüne asılmış sadece beyaz toplar. üzerinde askılar olan beyaz tahtadan raflara asılmış rengarenk cipsler. yazın güneşten koruyan kışın üstü karla dolan kırmızı tente. camın üzerine beyaz boyayla eski usül yazılmış dükkanın adı. kapının önünde gezen bir beyaz, bir gri ve bir siyah, 3 tatlı kedi. bir yere veya oraya ait olmasa da -miş gibi duran, gözü degradelere sürükleyerek gezinen. üstü hasır küçük bir tabure kapının önünde...

ve üzerinde ben, elimde açık bir çay, üzerimde kot ve beyaz tişörtüm, nescafe rengi önlüğümle kahverengi kemerim, parmakarası terliklerim ve atkuyruklu saçlarım.

bakkalıma hoşgeldiniz...

kariyer filan hepsi hikaye işte. oturduğumuz o sıkıcı yerlerde tek özendiğimiz şey esnaf olmak. gözümüz ekranda, beynimiz çıkış saatinde kalbimiz çok uzaklarda hep uzaklarda. sade, bizi yomrayacak hayatları hayallerimize hapsettik beyin beden yorgunluklarının içinde aynı günleri yaşamaya devam ediyoruz. hayllere ulaşmak için yaptığımız hiçbişey yokken yapmadıklarımız içinse sürekli üzülüp, söylenip dert yanıyoruz. ve hayat geçiyor. ve kariyer biryere gitmiyor. bari gitmiyor esnaf olayım diyorsun bazen içten içe benim gibi tıpkı benim marketlere inat hayalini kurduğum o bakkal dükkanı gibi.

kapısında oturup açık çayımı içerken o üç renkli kedinin degradeleriyle bana oynadıkları oyuna gülüp hayatı bir kez daha küçük detaylarından dolayı seveyim. güneş kapıma vuruyor diye kırmızı tentemi indireyim ama taburemi bir adım ileri çekip D vitaminini tenimden içeri buyur edeyim. sağımdaki solumdaki mutlu esnafla tatlı tatlı selamlaşıp öğlen laf atışlarla birbirimize sataşalım ve bir tanesi gelip fazladan koyduğum tabureye oturup benle ahh gençler temalı konuşmalar yapsın. kapıya oturduğumda okuduğum ve taburenin üzerine bıraktığım kitaplara, geçerken dinlenmek için o tabureye oturan amcanın teki göz atsın tatlı tatlı gülümseyip dışarıdan içeriye benim duyacağım yorumlar yapsın, meğer o kitabı okumuş olsun ve kitabın üzerine tatlı bir sohbet tutturalım, saat 5te önceki gün yaptığım kekten, kurabiyelerden esnaf arkadaşlarıma ve hatta gelen müşterilerime ikram edeyim. bisikletimle veya scooterımla gelip gideyim ve hatta gerektiğinde sepetime malzemeleri doldurup servise çıkayım. üst kattaki kariyer hanım o gün çocuğu bırakacak kimseyi bulamayıp mutsuzluktan çatlamak üzereyken aklına ben geleyim. minik yaramaz ve dünya akıllısı oğlu o günü benimle rengarenk bakkalımda geçirsin ve ben ona minik çırak olmayı öğreteyim. bakkal üzerinden hayatla ilgili anılar ve bilgiler öğrensin, öğlen annesini arayıp içini rahatlatalım bu arada da ona öğrendiklerinden bir tanesini yerli yersiz söyleyip hepimizi güldürsün. en üst katlarda oturan teyze bakkala kadar inemesin sepeti kapımın önüne denk gelecek şekilde sarkıtsın. kafamı çıkardığımda benden un istesin. ben de poğaça yapacaksa onu daha güzel yapan undan vereyim. yaptığı poğaçalardan bana da sepetle indirsin.

aslında ben herşeyi bir anda, olduğu gibi, olduğu yerde bırakıp uzun bir tatile çıkmak, üzerime dolan yükleri, word'leri, excel'leri, windows'ları, www'ları, brief'leri, saygılarımla'ları, mail'leri, protokolleri, ofisleri, A4'leri, sunumları denize döküp, koşarak geri gelip kurtulduklarıma sevinip, tabureme oturup yan dükkandaki arkadaşıma laf atmak istiyorum.

çok mu istedim, çok mu zor? olmamalı...

veresiye bu hayaller. yaz kenarı kıvrık yıpranmış kalın veresiye defterine sen şimdilik, sonra birgün mutlaka, illaki, elbet görürüz hesabını...

:)

6 Mayıs 2009 Çarşamba

alelade bir yaz günü, pijamalar çoktan giyilmiş ailece uyuma safhalarındayız. tarihin yaşımı 12 civarında gösterdiği zamanlar. normalde 2 çocuklu bir aile için tasarlanmış yazlık evde 8 hatta dönemine göre 9-10 kişi kalıyoruz. bu sebeptendir ki ebeveyn odası olarak yaratılan odada ebeveynlerime bonus olarak ben de kalıyorum. okulun açılmasına az zaman var. uyumadan önce anne babayı bir arada bulan ben bahsi geçen günlere damgasını vuran majör dileğimi dile getiriyorum. bir bilgisayar. annemin, nasıl birşey istediğime ve fiyatının ne olduğuna dair bilinçli sorusu, babamın istediğim özellik ve parçalardan toplama bilgisayar yaptırabileceği bir arkadaşının varlığıyla şekillenirken içimdeki tipik ergen dile geliyor ve başlıyor bir bilgisayara dair istediği özellikleri saymaya. toplam sayısı 4ü geçemeyecek, bilgiden ve farkındalıktan yoksun bu özellik sıralamasının son durağında ağzımdan belli belirsiz bir laf çıktı: CDrom


o sıralar bir bilgisayar için en havalı yenilikti ve adı bir anda duyulur olmuştu CDromun. sorsan nedir diye, ki annem lafımın hemen üstüne sormuştu da, manalı bir cevap alamazdın benden. çünkü biliyordum, kim bilir nerelerden duymuş da öğrenmiştim, yeni ve güzel hatta gerekli birşey olduğunu ama bir mit gibi tam da bilmiyordum neci olduğunu, ne işe hizmet ettiğini. ama olmalıydı işte. moda gibi, gençler arasında popüler olan bir nesne gibiydi CDrom. teknolojik bir yenilikti belli ki ve bir bilgisayar parçasıydı nihayetinde ama bir bilgisayarım olacaksa CDrom'lu olsundu.


ve olmuştu da. kendisiyle ne yapılacağını bilmediğim ama havasından da geçilmeyen CDromum, bilgisayarıma bir güzel ilişmiş ve kendisine vereceğim eşsiz görevleri bekliyordu, hiç gelmeyeceğini sanarak umutsuzca. çünkü ne ona okuması üzere görev adledeceğim bir CD'm ne de neden bir CD'ye ihtiyaç duyacağımla ilgili herhangi bir bilgim vardı.


derken işgüzar bir dergi günün birinde bir aslan belgeseli VCD'si verdi ve tabi olaylar gelişti. en yakın arkadaşımla okuldan çıkıp dosdoğru eve bilgisayar başına, tek ve yegane hedefe odaklanarak kurulduk. elimizde bir CD ve onu çalıştırmayı görev edindiğini vadeden bir de CDrom vardı. yapmamız gereken çok fazla şey olmamalıydı diye büyük umutlarla CDyi olması gereken yere, CDromun içine koyduk ve beklemeye başladık. çok da uzun sürmedi karşımızda duranın komutsuz hiçbir görevini yerine getirmeyeceğini anlamamız. ama ona, bize aslanları göster komutunu nasıl vermeliydik acaba. okulun en bilgisayar kurdu, ki bildikleri aslında çok da iç açıcı şeyler değildi bizden ve sadece yarım adım ötedeydi, aranmalıydı. özenle bu saçma amaç uğruna ev telefonlarında uzun süren konuşmalar, art arda yüzlerce kere aramalar, tükenen umutlar ve belki de bilgisayar başında harcanan uzun saatlerin sonunda, kim bilir ne yapmıştık da ekranda o melün aslanlar belirivermişti ve bilgisayara karşı aciz anılarımı paylaştığım, bilgisayarı en saf haliyle ve en saf halimizle keşfedişimin yoldaşı, sonradan bilgisayar programcılığının üzerine bilgisayar öğretmenliği okuyan ve bugünün bilgisayar öğretmeni arkadaşımla bugünün bilgisayar kurdu ben; bir daha bir bilgisayar yüzünden asla yaşayamayacağımız bir mutlulukla birbirimize sarılıp basbayağı sevinçten ağlamıştık (!)

ilk bilgisayar anıları tabi bu bol sevinç gözyaşılı dönemde başlamıyor. kendi ilk kalantor, kallavi boyuttaki o hantal ve tabii ki CDrom'lu masaüstü bilgisayarımı edinene kadar bilgisayarlarla aramızda geçen münasebetlerin ilki, ilkokul yıllarına denk geliyor.

bilgisayar demeye bin şahiti ısrarla isteyen o aletlerin başına geçip, ders namına öğrendiklerimiz, sanma ki şimdinin windowsu wordü öğrenen çocuklarınki gibi komplikeydi. Önümüzde simsiyah bir dos ekranı, tek hedefleri olan, ekrana diktörtgen bir renk atayıp ona başka bir renkte çerçeve atayarak yanıp söner gibi renk değiştirmelerini sağlamak olan bir sürü çocuk, oturup bir saat boyunca bol noktalı bol taksimli ve bol C harfli hallerle kod yazıyor, ve yanıp sönen çerçeveli ekrana bakıyor ve bir bilgisayar mühendisinin dev yazılımının evlerde kullanılışının gururuna sevincine denk anlar yaşıyorduk.

prince şimdilerde play station'larda olduğu gibi alevli malevli, yanar dönerli, mısırın best modeli değil, koşarken aniden duramayan ileri geri savrulan pikselli sersemin tekiydi ve o tıfıl haliyle bizi okul sonrası ev tembelliklerimizde susam sokağı kadar olmasa da, saatlerce oyalamayı başarırdı.

şimdi usb sticklerin MB'larıyla yetinemezken o zamanlar bir disketin miniminnacık sığasına dünyaları sığdırır, ordan oraya taşırdık. dial-up'ın cızırtılı, adını okurken bile senin de kulağında yankılandığına emin olduğum o cazır cuzur bağlantı sesiyle dakikalar geçirir, sabırla internete, adeta CIA'in gizli dosyalarına girmeye çalışırcasına efor sarfederek girerdik. telefonu meşgul eden internetimiz annenin şikayet engeline takılır da, uzun uzun telefon konuşmalarını beklerdik tekrar cızırtılarla kaldığımız yere geri dönebilmek için.

ve olur da bir yerlerden bir fotograftıysa görmek istediğimiz, bugün olduğu gibi göz açıp kapama süresinde açılan sayfalarca fotograflarda olduğu gibi değil değil, dakikalarca satır satır dolardı ekranımıza sabrımızı sınarcasına. ve eğer o günlerde günün modası facebook varolsaydı, sınıf arkadaşının fotografını görmeyi beklerken mezun bile olabilir, sana ayarlanacak kişinin fotografını görmeyi beklerken evde kalabilirdin.

eski bilgisayarımı artık görüşemediğim, çok uzak biyere taşınan ve nedense çok hızlı bir şekilde yaşlanmış eski bir arkadaşımmışçasına anıyorum. bugün klavyesine dokunup ekranına baktığım, atalarından bin gömlek üstün bu bilgisayarımı da, beni deli gibi korkutan hızdaki teknoloji sayesinde bir gün aynı anılar silsilesi ile hafızamın özlenecekler dosyasına atacağımı biliyorum.

gözlerini diktiğin, karşında duranın, sana görmek istediklerini hiç kaprissiz kayda değer hızda gösterenin değerini bil. ara sıra çıkardığı sorunlara, garip sorulara, apansız kapanışlarına, yanıt vermeyişlere, komik türkçesine, hata ekranlarına ok canım, canın sağolsun de geç, gün gelecek havaya açılan ışıklı ekranlarda aklından geçenleri aklından geçiş hızıyla görüntülerken, sen de onu özleyecek, eksikliklerini affedip nostaljiyle yadedeceksin benim gibi.

eski bilgisayarlarımız geçersiz işlemler yürüttüler ve toptan kapatıldılar. bu sorunlar tekrar etmeye devam ederse satıcınızla görüşün. zira tarih tekerrürden ibarettir... şimdi, (teknolojik) değişiklikleri (hafızanıza) kaydetmek istiyor musunuz?