13 Ağustos 2008 Çarşamba

çivit

bahçede durmuş elimde çivit mavisi boya, beyaz duvarlara bodrum evi efekti veriyorum. fonda blogların anlatmaya yetmeyeceği efsane insan bedriye teyze adeta bir radyo tiyatrosu gibi durmaksızın anlatıyor geçmişini, tarihler vere vere. bi anda tepemden aşşağıya fıskiye edasıyla sular indi. kafamı kaldırdım amcam (!) belediyenin görevini devralmış sokaktaki zakkumları suluyor. beni de kurumuş görmüş olacak ki nasiplenmemi istedi. şimdi amcacım sen beni bi güzel suladın, ben de kalktım noooooluyo?! edasıyla sana baktım, bana ne demen gerekiyor? ay hay allah yaa de, pardon olur özür dilerim olur ne biliim kusura bakma kızım, yavrum, ciğerim olur, afedersin gibi bişey de olabilir yada sus sus sadece mahçup bir ifade de olur. ama boş bir bakış ve salakça bir sırıtış ne ola ki? mevsim yaz hava sıcak diye ben senin yağmuruna mı muhtacım be amca. özür özürlü bir adam, susma özürlü bir kadın ve ben, artık ne dersen bana, zamanın küçük bir diliminde öylece durduk.sonra. sonra ne olacak, bende birkaç saniye daha donuş ve amcanınkine denk boş bakış sonra amaaan deyiş ve çivite, ve zaten hiç susmamış, yayınına devam etmekte olan bedriyeye dönüş :)

oksijen

beyaz bir mutfak. camından bir bahçe görünüyor. elinde yeşil ve sarı limonlar var, az önce bir sepetten almışsın. tahta kesme tahtasının üstüne koyup kesiyorsun limonları. üzerinde kolsuz beyaz tişörtün açıkta kalan yerlerine limonlar sıçrıyor sprey gibi. hava sıcak, tatlı bir esinti var. serinliyorsun limonlarla. kocaman birsürü bardak hazırlamışsın. içlerini büyük buz parçalarıyla dolduruyorsun. bazılarına soda, bazılarına dün hazırladığın limonataları dolduruyorsun. bahçeye bakan camının önünde zor zar yetiştirdiğin ve her yaprak açışında gurur duyduğun nanelerin var, saksı içinde. dallarından birkaç yaprak koparıp, biraz da kıyamadan, bardaklara dağıtıyorsun. sen bardakları tepsiye dizerken, bahçeden arkadaşlarının sesi yükseliyor. adını bağırıyorlar, “hadi geeeeel artık”. “geliyorum, geliyorum” diyorsun tatlı bir panikle. kimi bahçeye attığın mavili kremli çizgili yastıklara yayılmış, biri hamakta oturmuş kendini sallıyor, bir ikisi karşılıklı ayaktalar arkadaşlarının. hepsi de en sevdiklerin ve birbirlerini de seven arkadaşların. tatlı bir müzik bahçeye çevirdiğin hoparlörlerle hepsinin üzerini sarmış. sen bahçeye çıkar çıkmaz elindeki içecekler sahiplerini buluyor, sona kalan limonatayı da kendine alıp sen de yayılıyorsun çizgili bir yastığa. derinden de derin sohbetler, gülmeler sürerken farkediyorsun güneşin kırmızılara çalmaya başladığını. mutfaktan kaptığın kibritle yakıyorsun bahçedeki mumları. güneşin yokluğunu farketmeden, mumların ışığında geceye uzuyor sohbet. mutlusun. mutlular. mutlusunuz.

taksidji



istisnalar kaideyi bozmaz ama; taksiciler... kendileriyle ilgili (az sonra sıralayacaklarım dahil olmak üzere) birçok genellemeyi hakeden mesleğin adamlarıdırlar. güzergah beğenmezler. her gün en çok muhatabı oldukları trafiği bir türlü kabullenemez ve sürekli olarak kaçmaya çalışırlar. amaçlarının bir yerden başka bir yere ulaşmak değil arka koltukta oturanı ulaştırmak olduğunu ve trafik tıkansa, bu ulaştırma işlemi daha da uzun sürse daha fazla paranın hanelerine yazılacağını unuturlar, yadsırlar ve o trafik için genelde sizi suçlarlar. yolları uzatmayı çok severler. hangi yoldan gidelim diye sorar, seçenekler arasından sizin seçmediğinizi seçerler, sizin seçtiğiniz yollarda yine hep trafik vardır. kendi müzik zevklerinin sizinkileriyle örtüştüğüne neredeyse emindirler ve kendilerine ait bu zevki öylesine benimsemişlerdir ki adeta dikte ederler. yorgun belki mutsuz bir günün sonunda emindirler ki siz de damar şarkılarla daha da bunalmak, mutsuzluğunuza mutsuzluk katmak istiyorsunuz. sesi açar da açarlar. sigara içilmez sticker'ına nazır yakıverirler bir sigara. yasak kural onlara işlemez. söndürmesini istediğinizde annesine edilen küfürler aklında canlanmışçasına sıkılır ruhları, size de eşit şiddette hissettirirler bunu. müşteri değil onlar her zaman haklıdır. her zaman mağdurdurlar. yapılabilecek en zor mesleklerden birini yapıyor olmanın zırhına saklanıp herşeylerine bunu kulp ederler. ah ne zorluklar yaşıyorlardır da biz onları anlamıyoruzdur, bilmiyoruzdur. küsuratlı para üstleri onları ilgilendirmez bir güzel yuvarlarlar. bozuk parası olmayana hayatı zindan eder, bir sürü asılmış surat ifadesi ve eşliğinde gelen mimiklerle hayatlarındaki tüm mutsuzluğun sebebiymişsiniz gibi hissettirirler, bakkala kuruyemişçiye gazete bayiine koşturup o lanet bütün parayı bozdurmak sizin görevinizdir. kural aşırı sürüş teknikleriyle aslında şikayet ettikleri o trafiği trafik eden kitlenin çoğunluğunu oluştururlar. çaldıkları kornalar hep yerinde ve hakedene çalınmıştır. onlara çalınanların hiçbirini haketmezler. homurdanırlar. söylenirler. direkt söylerler. olmadı sohbete sararlar. canları çok sıkılır, hep sıkılır. zor yolların adamlarıdırlar. zordurlar.


serzeniş: ruh ve bilinçaltından bildiriyor


ve ile başlayan cümleleri severim. galiba sırf bu yüzden bunu diyerek başladım yazıya. yazın kışı, kışın yazı özlüyorum genelde. ama en çok baharları severim. hem sonbahar hem ilkbahar. ikisi de birbirinden güzeller. tatlı bir açılış ve aynı tatlılıkla bir kapanış gibi, yumuşak. arkalarından harala gürele geliyor ikisinin de. birinden cayı cayır bi' yaz birinden de tir tir bi' kış çıkıyor. ama bunlar mülayim, sakin. bak ama ile başlayan cümleleri de severim. severim sevmem de ne çocuk çocuk laflar gibi durdu. severim, sevmem. bidibit bit bit. renkli dövmeleri sevmem. (bak hala)sakızdan lolipoptan çıkmış gibi geliyor bana ne olursa olsun, ister müthiş bir sanat eseri komple sırtı kaplayan (ki o durumda da aaa dev bi' sakız çiğnemiiiiş diyorum) ister salak bi çizgi kahraman olsun.. (ki o zaman efekti almak daha bi kolay, bişey demeye gerek de yok). ha sende şimdi renkli dövme varsa küsme boşuna canım, belki seninki süperdir. (ya da süper bir sakız çiğniyorsun ne biliim :)) margaritayı hiç sevmedim, tuzu limonu da, birlikte yeraldıkları çoğu şeyi de sevmeme rağmen, (turşu olsun, hıyar olsun, salataymış yok efendim daha neler neler) can yaktı yani, yordu.

sokak adamlarında sakal ve yanlarında bir köpek bulundurmak şart mıdır? kanun mu? aksi halde cezası mı var mesela? bayım tamam sokakta yaşıyorsunuz da hani size yoldaşlık eden köpeğiniz, sorarız size. atın bunu nezarete. tipler hep aynı, kıyafetler aynı modda. kahve tonlu bir pardesü (ağustos olsa bile, çünkü dolapları da sırtları sanırım o yüzden yazlık formata geçemiolar, hep pardesü daima pardesü. hala parantezin içinden çıkamadım ama pardesü dedikçe de kelimeden uzaklaştım. ne garip kelimeymiş be. pardesü. par de sü. hıımmm par des sus falan mı acaba. fransızcayım ben diye bağırıyodu zaten belliydi) mümkünse belini böyle bi iple falan bağlamış olsun. içinde muhtemelen eski memur günlerinden kalma bir gömlek. hatta belki iki gömlek, üstüste. genelde beli fazla yukarı çekilmiş bir pantolon. eskiden griymiş de şimdi pardesüye (hehehe I love pardesü) uymaya çalışıp kahveleşmiş. sakallar gri siyah beyaz. (çok renkli yani genelde) orta uzunlukta. daha uzamıyo mu da hep "o" boyda kalıyor. anladın sen o boyu. göz altları biraz çökük halkalı. dişlerden biri düşük kalanlar sarımsı. tırnaklar uzamış içleri pis. enteresan. garip bağcıklı ve hep kesinlikle yuvarlak burunlu bir ayakkabı. köpek muhtemelen siyah beyazken gri siyahlaşmış tiftik bir köpek. ve bu adamlar böyle ağaç dibine oturup sürekli bişeyle meşguldürler. ellerinde bir torba, ordan bişeyi alır öbür tarafa koyar. bişeyi bişeyle bir eder falan. senden benden meşguldür bakma. huzurludur da buna da emin ol. köpek de yanında çok mutludur. böyle bir özgürlük tablosu, yada dostluk. amatör fotografçıların, yada amatörlükten profesyonelliğe geçmeye zorlayanların, en sevdiği kare. klişe. alt açıklaması da yaşanmışlıklar...bla blalaar. yuvarlak burunlu ayakkabınla sokakta böyle amaçsız yürüdüğün bi gün yanına siyah beyaz şirin bi köpek dadanırsa "a canım beniim" deyip de sevme onu bence, olacaklar belli, sokak herkese aynı şekilde etki ediyor. matematiksel, şaşmaz.

patates salatasının üstünde sumak olsun isterim. ama sumak da pek ayrıntı bir baharat. belki sen şimdi okurken ilk kez duydun adını. bordo bişii. ekşi bişii. ama güzel bişii. postitlerle not almak hayatımı kolaylaştırıyor. ama bazen sırf böyle renkli renkli kareler etrafımda olsun diye alelade notlar alıyorum. su iç! mesela. evet içmem gerekiyor da o postit neye çare. telefonda konuşurken, toplantıdayken karalananlar, isteyerek çizmek üzere ele kalem kağıt alındığında ortaya çıkandan neden hep daha güzeldir? baş ve işaret parmaklarla fotograf kadrajı yaratmayı kim buldu, kim bulduysa aferin ona. çok havalı oluyor ve çok zevkli bir o kadar da gerçekçi.

hiçbirşeye dair bir "en" seçemiyorum. en sevdiğim renk, en sevdiğim yemek, en sevdiğim müzik türü, yok. olmuyor yani, olsun diye bazen zorluyorum kendimi aklım hep geride kalanda kalıyor. en sevdiğim renk mavi. ınghhh zavallı beyazz yok yok en sevdiğim renk beyaz. ama bir o kadar siyah. sarı turuncu kırmızı oh mis. en sevdiğim yemek makarna. diil de patatesli şeyler. aslında köfte. filan böyle gidiyor işte... yok olmuyo. kararsızlık mı bu doyumsuzluk mu nedir. sen nasıl öyle kolayca en sevdiğim yemek pizza diyorsun mesela. aklın kalmıyo mu köftede?

kola olmasa ne yapıcaktık. onsuz yiyemiyceğim yemekler var resmen. bi' ara bırakmaya yeltenmiştim (kötü bir alışkanlık addederek) böyle oturup da sipariş verirken "içecek olarak ne alırdınız" diyen garsonun yüzüne saat gibi gelen uzunlukta bön bön bakıyordum bir süre. geçti tabi şimdi şak diye kola light diyorum. onlar da ısrarla "bir diyet kola" diyorlar ağız birliği etmiş gibi. geçti diyorum o diyet devri, ama içimden. light kolaya alışmam da ayrı dert. normalinde çok şeker var hergün de bitane içiyorum diye, dediler şu light'a alış. denedim, bööö. aptal bişey. köpürüyo tadı demir gibi salak bişey. olmadı. ama ondan sonra içtiğim bütün normal kolalarda vicdan azabı duymaya başladım bünyeye kilo kilo şekerleri yolluyorum diye. öf dedim vicdan azabı çekiceğime şu salak light'a kendimi alıştıriim. başladım light içmeye, sevmeye sevmeye. pis bir işkence dönemi. öyle ki ne içtiğim light'ı seviyodum ne de normali, olur da mecburen içersem sevemiyodum. ikisi de garip gelmeye başlamıştı, allahım kola içemeyeceğim ara bi bölgede takılıp kalmıştım. kiii.. o salak light kolaya alıştım. ve bunun üzerinden bir yıl geçince ne oldu? lanet zero çıktı. vicdan azapsız normal kola tadı. ööf. ne olurdu sanki ben debelenmeden çıkaydı. bir de şu geyik var, ki bitsin artık bence hemen. kızım urfaları adanaları kebapları pizzaları yiyosun yanında da light kola içiyorsun, çok komik, bu ne perhiz (bak diyet niyetine ne güzel kelimemiz var) bu ne lahana turşusu (her türlüsünü çok severim turşunun uf) ya dostum anla artık; ben artık diyetmiş rejimmiş ve hatta perhizmişlerden içmiyorum o light kolayı. tadına alıştım. dönüşü yok. anladın? :) şimdi sen bide diceksin ki ne kola manyağıymışsın be kardeşim, anlata anlata bitiremedin satırlardır. yok. öyle diil. senin kadarım en fazla. sadece dile getirirken lafı biiiiiraz uzattım. sürekli senin hayali serzenişlerine de cevap veriyorum, niyeyse?!

şu kliplerdeki araba kullanırken şarkı söyleme hadisesi bitsin artık yeter. bide türkçe popun genelde yaza denk gelen dönemde azan "sen gittin umrumda diil hahaaayytt hiç koymadı ki acımadı kiii uzaaaaa" tavrı da bi bitse ya artık. "fotoğraf"taki o ğ beni irite ediyor. mireille mathieu havalarında takılıyorum o civarda ğğğ. yukarda sumakla ilgili vıdı vıdı yazarken odaya giren biri burası mantı yok yok nane yok o da diil "sumak" kokuyo dedi?! telepatik olarak yazdıkça odayı sumak mı kokuttum nedir. sumak kokar mı hem, yok artık. bak yine lafı gelmişken mantıya da çok yakışır sumak :) sırtım büküldü kamburluktan, hep bilgisayar yüzünden. artık quasimodonun evlilik teklifi edeceği kıvama geldim. hepimiz bir dönem, dönem dönem, hatta hala cafe açmak istemişizdir ve hala istiyoruzdur değil mi? saçma di mi? :)

yuvarlatılmış tırnaklar kadar huzursuz edici bişey varmı. böyle eskiyi, ilk öğretmenini, mahalledeki cadı teyzeyi falan hatırlatmıyor mu sana da? hatta bazısı daha bi sivrileştirilmiş. törpülere doyamamış. çok kötü. küt seviyorum ben haliyle. kütür kütür. bankaya gittim, müşteri temsilcisinin elleri incecik kemikli garip bir incelikte, tırnakları uzun, sivri ve ucu yuvarlatılmış. ve üzerinde sedefli kırık beyaz hatta kremden de kırık bir oje. daha kötüsü olabilir mi? kuş pençesi gibi mi desem, nostaljik bir korku öğesi mi bilemedim. ama ellere bakıp daralmaktan, kadına ve sorularına konsantre olamadım resmen.

çok parantezli bir yazı olmuş, yordu mu seni okurken?