7 Ekim 2009 Çarşamba

anahtar paspasın altında

yolda yürüdüğün herhangi bir günü hayal et. kafanda binbir düşünce veya bomboş bir zihinle kafan eğik ilerlerken, yerde bir anahtar gördüğünü düşün.

heyecanlanmaz mısın allahaşkına?

bir ben miyim acaba, orda burda anahtar görünce, bulunca sevinen. öyle "yaşanmışlıklar" gibi iç bayan romantik zırvalarından değil ama beni sevindiren yani. "bu anahtar kim bilir hangi kapıları açtı"yı da sonradan düşündükçe söylüyorum kendi kendime. ama o ilk görüş anı, aman allah bir sevinç bir hezeyan.

ne oluyorsun arkadaşım. ne bu coşku bu galeyan, zıpçık gibi atlamalar. ne diye aldın eline o manasız anahtarı. hep kapalı duran, sürekli farklı anahtarları denediğin, prensin elde ayakkabı uyan ayağı aradığı gibi kapalı durup uyan anahtarını aradığın bir kapın mı var?!

annemin lüzumsuz şeyleri gördüğü an imha etme yetisi ve gerçek, bildiğim kapıları açan anahtarlarımla karışma ihtimali olmasa, basbayağı saklayacağım o bulduğum anahtaları şaka diil. niye diye dersen cevabım hala yok. ve acaba kim benim kadar da sık rastlıyor orda burda terkedilmiş anahtarlara onu da kestiremiyorum. ama rastlamasan da kilidi değişen anahtarların eskilerini atmak gelmiyor içimden çünkü onlar da artık birer sahipsiz, nereyi açtığı ve ne idiğü belirsiz anahtar kategorisine giriveriyor. ama görünen o ki herkes benim gibi değil gayet rahat atıveriyorlar eski anahtarlarını ve nedense o atılanların çoğunu da sanki orda burda bir ben buluveriyorum. zira belki de sen okurken şu anda dediklerimi ispatlarcasına her bir satırda "ne anahtarı ne bulması ne atması yahuuu?" diye her satırda daha bir uzaklaşmaktasın mevzudan.

ne kadar analojik bir mevzu aslında. her anahtar bir kapıyı açmıştır veya açacaktır. her anahtarın illa ki ait olduğu bir kapı vardır. (vay vay vay vay, al sana evde kalmış romantik kadın romancısı konusu, hepimiz için doğru kişi biryerlerde var ve biz o doğru kişiyi bir gün mutlaka bulacağız falan filan) bir de kaplerin anahtarları var başkasına verilen ve sadece bir kalbe uyan. (aynı kadının, aynı seriden ikinci romanının konusu) o bir yıl boyunca heder olduğun, 17-18 yaşını uğruna ziyan ettiğin ÖSS'nin bile cevapları için bir anahtarı var. ve bu dünyada da bitmiyor anahtarla derdin, yaptığın iyilikler yetse bile cennetin bile bir kapısı var(sa eğer) ve tabiki o kapının da bir anahtarı.

evde yeni bir anahtarım var yine, hiçbir kapıya hizmet etmeyen. sevgilinin kalbinin anahtarı kisvesi altında verdiği evinin anahtarı elde, evin sokak kapısına gelip gördük ki, çok sevgili bir komşusu anahtarını sokup yarısını içerde bırakma marifetini göstermiş. yönetim duruma el koyarak kilidi toptan değiştirince elimde yeniden hükmünü yitirmiş sahipsiz bir anahtar doğdu. ve tabii ki yeni bir süreç başladı. artık hiçbir kapıyı açamayacak olan o anahtarı anahtarlıktan çıkartıp elime aldım. çöpün yanından geçtim, atmadım. taksiye bindim anahtar elimde yüzümde manasız sevincimin gülümsemesi. anahtarı koltuğun üzerine bırakıp, birinin bulup sevinişine terkedecektim ki, öyle koltukta duran bir anahtar görünce kendi bulduğum anlaraklıma geldi, çok heyecanlandım, yapamadım. ve sanki kendim bulmuşum gibi o koltuktan alıp, üstüne biraz daha sevinip attım cebime.

ben hep bu anahtarların bir kapıyı açacağını düşündüm veya hangi kapıyı açtıklarını bulabileceğimi. bir şeyi sürekli yapan ve neden yaptığını bir türlü kestiremeyen bir insanın başına bir gün öyle bir şey gelir ki o sürekli yaptığı şeyi yaparak başına iyi bir şey gelir ya hani. (hahah hadi bir daha oku hadi) hani biz de kader deriz buna. acaba diyorum bir gün bir kapı karşıma çıkacak ve ben bu garip anahtarlarımdan biriyle mi açabileceğim o kapıyı ve içerde beni bir şey bekliyor olacak mesela.

ha olur da ben diil de sen öyle bir kapıya denk gelirsen, ki kimbilir içerde neler kimler vardır, ve anahtarı yoksa sende, üzülme, panikleme. gel beni bul, bendedir kesin o anahtar. :)

24 Temmuz 2009 Cuma

a tribute to alfred

kara canlıları olarak biz hayatımıza kendi halimizde devam ederken suyun altında ve başımızın üstünde bambaşka dünyalar da türlerine münhasır hayatlarına tıpkı bizim gibi devam ediyorlar yüzyıllardır. şu an mevzubahis edeceğim ıslak olanlar değil, başımızın üstündeki başka dünyalar. ama onlar tabii ki "selam dünyalı, biz dostuz" diyenler de değil, ki o konuya girsem çıkamam bu çok kesin, daha ziyade "ciiyyp", "gaarrk" ve "guuk" diyenler, yazının konusunu teşkil ediyorlar. kuşlar.

varolmuş türlerden birçoğuna bir şekilde sevgi veya nefret duymuş (ve kişisel tarihi boyunca duyacak) olan ben uçangiller için de "bunu severim koy bu tarafa, bunu sevmem at uzağa" şeklimde kafamın içinde çeşitli kategorizasyonlara (huh), dosyalama yöntemlerine gitmiş ve tahminlerinizi belki de biraz yanıltabilecek sonuçlarla dönmüşümdür hep o gidişten.
komikten de komik bir suratla, gamsız hallerle, acaip gözleriyle, exorcist'sel kafa hareketleri ve tok sesleri ile baykuşlar, mümkün olsa Harry gibi kolumda gezdirme isteği uyandırıyor bende mesela. bazen benden daha akıllı olduklarından şüphelendiğim, birkaç yüzyıl yaşayan ve keşke dile gelse neler anlatır dediğim, karizma bombası ve dedemin deyimiyle Amdülhamit'i bile görmüş olan kargaları da, saçımla kamufle olmuş bir şekilde kafamın üstünde taşıyabilirim çok uzun sürelerce. sanırım genel olarak kuşlara aksesuar gözüyle bakıyorum. kendi yazdıklarıma bakınca bana bile öyle gibi göründü en azından.

şimdi bu değerlendirmelerin hiçbiyerine koymadığım bir tür daha var: şehir güvercinleri. yani beyaz, barış kardeşlik için havaya attıklarımız, yok efendim paçası fırfırlı fashion show'dan fırlayanlar veya düğünlerde baş başa verip yüzükleri taşıyan aşk güvercinleri değil söylediğim. basbayağı gri tonlarında giymeyi seven gurk gurk'cu ayakaltı güvercinlerinden bahsediyorum. estetik olarak çok da fena olmayan hatta birçok kez resimlerini çizdiğim bu türün huyları için aynı şeyi söyleyemeyeceğim sanırım.

çocukluğumda her çocuk gibi onların içine dalışım, her çocuğun dalışı gibi sonuçlanmamış; onlara yem vereceğim derken ayağımı burkmuş, annemin beni uzun bir yol boyunca kucağında taşımasına sebep olmuş, vicdan azabıyla ilk kez o zaman tanışmıştım ve hiç de sevmemiştim. güvercinlerle, girişteki bu antipatik tanışma faslının gelişme ve sonuçta da pek hazzedilmeyen durumlara yolaçması kaçınılmazdı zaten. çünkü ne derler bilirsiniz: ilk izlenim çok önemlidir.

istediği yere uçabilecek, kendi bakış açısıyla kuşbakışı bize karıncalarmışızcasına bakabilecek, ağaç tepelerinde püfür püfür keyiflerine bakabilecekken, belki de dünyanın en kalender türü olarak değerlendirebileceğimiz güvercinler nedendir bilinmez şehir hayatına adapte olmayı seçip, gökte değil yerlerde gezmeyi tercih ederler. ve onlara zarar vermeyeceğimizden nasıl emin olmuşlarsa artık genlerine işleyen bu gönül rahatlığıyla da üzerlerine basmamıza ramak kalmasına rağmen sırtında duran o iki kanadı kullanmaktansa refleksimsi bir hareketle anca 3 santim öteye zıplayıverirler.

genelde böyle zararsız ayakaltı davranan bu kuşlar bizim garip apartmanımıza (previously on blog) ayak uydurduklarından olsa gerek sınırlarımız içinde gayet ürkünç davranmaya karar vermişler.

tüm gününü, aydınlığa bakan camlarımızda, ki bunlardan dört tane var, aniden belirerek bizi ürkütmeye ayıran apartman sakinleri (artık ne kadar sakinler pek de emin değilim gerçi), banyo yaparken buzlu banyo camının arkasında elinde bıçakla banyo perdesinde beliren katilden ilham alarak aniden belirerek camı gagalar ve ani kara belirişine, garip bir de ses ekler. şans (?) eseri kafan şampuanlı ve gözlerin kapalıysa ani kalp sarsıntıları yaşar, banyoda başına birşey gelirse çıplak halini görmesi olası kişileri aklına getirir, o sıralar vucudundan memnunsan huzurla banyona devam eder değilsen rejim ve spor aktivitelerine kafa yormaya başlar camın dışındaki sinsiyi unutuverirsin.

mutfakta, sessizliğin tam ortasında, bir dilim ekmeğin üzerine nutellayı eşit oranda, taşırmadan ve parmaklarına bulaştırmadan sürmek için ciddi eforlar sarfederken, bu ritüelin içinde yoğun konsantrasyonla kaybolmuşken bu sefer mutfak camında belirir ve ani bir guuuuurrguuguguurrrrk la yine bir reflekse sebebiyet vererek sürdüğün nutellanın ekmekten kopup koluna kadar sürülmesini sağlar. ve eminim sonra da hin hin, guguruk guguruk güler camın dışından.

sabah uyku sersemi, giysi dolabının kapısını açıp, muhtelif kombinasyonlara bakıp bugün ne giysem diye düşünürken, yan pencereden bakıp iyice düşüncelere dalmanı bekleyen hain kanatlı, düşüncelerinin en derin olduğu an pencerenin üstündeki demir tenteye adeta "zıplar" ve güne bir gonk sesiyle başlamanı sağlar.

evimizin kapısının karşısında bir kapı daha var. yüzyüze bakıyorlar giriş kapısıyla. bu kapı mini depo gibi, kombinin durduğu, kilerin havalısı gibi bir ortam. ve bu kapıyı tavana bağlayan duvarda da minik dikdörtgen bir delik var. paspasımızın üzerine bıraktıkları yumurtalardan, giriş çıkış trafiği sebebiyle randıman alamayacaklarını çok şükür ki 4 senede öğrenen cam önü güvercinlerimiz çiftleşme akabinde bu kapının dikdörtgeninde kendilerini bulmaya ve evimize girip çıkarken kafamızdan maksimum 3 santimetre boşluk bırakarak ve mümkünse saçlarımızı havalandırarak pike yapmaya başladılar. o miniminnacık dirtdörtgenin içinde, gelecek yeni nesillere nasıl bir yuva hazırladıklarından bihaberdim ta ki baş ağrımı dindirmek için ilaç almak üzere o kilerin kapısını açana ve tepemize doldurdukları yuva malzemeleri ayaklarıma dökülene kadar. yüzdesel olarak büyük oranda kemiklerden oluşan, ki tertemiz bembeyaz o kemikleri hangi lanet yerden nasıl öyle tertemiz bulabildikleri de pek düşünmek istemediğim bir konu, yuva malzemeleri bir mühendisin yüksek takdirini kazanırdı. zira o kadar kemik, kolon ve kiriş olarak kullanılmaktan başka ne işe yarar o da bir başka bilinmezlik ve korku öğesi.

paparpaparparparpar kanat sesleriyle boğuşmalı geçen çiftleşme seansları, çıkır çıkır tırnak sesleri, gugugurrrr'lu burburibbbbbbbbuburrrk'lu sohbetler, tık tık tık tık gaga sesi, gonk sesi... adeta sonu gelmeyen bir senfoni.

şimdi seni çok iyi anlıyorum Alfred...

umarım orada melek de olsa eros da olsa pegasus da olsa, kanatlılardan uzakta huzurlusundur...

11 Mayıs 2009 Pazartesi

veresiye defteri


bir bakkal. alışılmışın dışında içerde beyaz değil sarı sıcak ışık. hatta ışıklar biraz alçakta. ve hatta kasanın yanında da bir sıcak ışıklı masa lambası. beyaza boyanmış tahta raflar. hasır sepetlere dizilmiş beyaz, kepekli ve zeytinli ekmekler. ince hasırdan çuvallar bir köşede, içlerinde un, pirinç, fasülye. bölmelere göre gruplanmış ürünler, önlerindeki metal kıskaca kıstırlmış mini bir pankart gibi havada duran tatlı bir fontla yazılmış fiyatları. beyaza boyanmış tahta raflara uyum sağlan beyaz tahta rulolardan çizgilerin üzerine asılmış günlük gazeteler, yanındaki raflarda duran dergiler. tahta bir kovaya samanlarıyla birlikte dizilmiş bembeyaz yumurtalar. tahta çukur kaplara doldurulmuş rengarenk sakızlar. cam kavanozlarda duran gökkuşağı şekerler. eski usül bol keseden dağıtmaya yarayan yuvarlak kocaman kadranlı bir tartı. kocaman çevirmeli tuşları olan eski bir beyaz telefon. sayfaları eskimiş, üzeri telefon konuşmalarının anılarıyla dolu bir defter. kapının önüne asılmış sadece beyaz toplar. üzerinde askılar olan beyaz tahtadan raflara asılmış rengarenk cipsler. yazın güneşten koruyan kışın üstü karla dolan kırmızı tente. camın üzerine beyaz boyayla eski usül yazılmış dükkanın adı. kapının önünde gezen bir beyaz, bir gri ve bir siyah, 3 tatlı kedi. bir yere veya oraya ait olmasa da -miş gibi duran, gözü degradelere sürükleyerek gezinen. üstü hasır küçük bir tabure kapının önünde...

ve üzerinde ben, elimde açık bir çay, üzerimde kot ve beyaz tişörtüm, nescafe rengi önlüğümle kahverengi kemerim, parmakarası terliklerim ve atkuyruklu saçlarım.

bakkalıma hoşgeldiniz...

kariyer filan hepsi hikaye işte. oturduğumuz o sıkıcı yerlerde tek özendiğimiz şey esnaf olmak. gözümüz ekranda, beynimiz çıkış saatinde kalbimiz çok uzaklarda hep uzaklarda. sade, bizi yomrayacak hayatları hayallerimize hapsettik beyin beden yorgunluklarının içinde aynı günleri yaşamaya devam ediyoruz. hayllere ulaşmak için yaptığımız hiçbişey yokken yapmadıklarımız içinse sürekli üzülüp, söylenip dert yanıyoruz. ve hayat geçiyor. ve kariyer biryere gitmiyor. bari gitmiyor esnaf olayım diyorsun bazen içten içe benim gibi tıpkı benim marketlere inat hayalini kurduğum o bakkal dükkanı gibi.

kapısında oturup açık çayımı içerken o üç renkli kedinin degradeleriyle bana oynadıkları oyuna gülüp hayatı bir kez daha küçük detaylarından dolayı seveyim. güneş kapıma vuruyor diye kırmızı tentemi indireyim ama taburemi bir adım ileri çekip D vitaminini tenimden içeri buyur edeyim. sağımdaki solumdaki mutlu esnafla tatlı tatlı selamlaşıp öğlen laf atışlarla birbirimize sataşalım ve bir tanesi gelip fazladan koyduğum tabureye oturup benle ahh gençler temalı konuşmalar yapsın. kapıya oturduğumda okuduğum ve taburenin üzerine bıraktığım kitaplara, geçerken dinlenmek için o tabureye oturan amcanın teki göz atsın tatlı tatlı gülümseyip dışarıdan içeriye benim duyacağım yorumlar yapsın, meğer o kitabı okumuş olsun ve kitabın üzerine tatlı bir sohbet tutturalım, saat 5te önceki gün yaptığım kekten, kurabiyelerden esnaf arkadaşlarıma ve hatta gelen müşterilerime ikram edeyim. bisikletimle veya scooterımla gelip gideyim ve hatta gerektiğinde sepetime malzemeleri doldurup servise çıkayım. üst kattaki kariyer hanım o gün çocuğu bırakacak kimseyi bulamayıp mutsuzluktan çatlamak üzereyken aklına ben geleyim. minik yaramaz ve dünya akıllısı oğlu o günü benimle rengarenk bakkalımda geçirsin ve ben ona minik çırak olmayı öğreteyim. bakkal üzerinden hayatla ilgili anılar ve bilgiler öğrensin, öğlen annesini arayıp içini rahatlatalım bu arada da ona öğrendiklerinden bir tanesini yerli yersiz söyleyip hepimizi güldürsün. en üst katlarda oturan teyze bakkala kadar inemesin sepeti kapımın önüne denk gelecek şekilde sarkıtsın. kafamı çıkardığımda benden un istesin. ben de poğaça yapacaksa onu daha güzel yapan undan vereyim. yaptığı poğaçalardan bana da sepetle indirsin.

aslında ben herşeyi bir anda, olduğu gibi, olduğu yerde bırakıp uzun bir tatile çıkmak, üzerime dolan yükleri, word'leri, excel'leri, windows'ları, www'ları, brief'leri, saygılarımla'ları, mail'leri, protokolleri, ofisleri, A4'leri, sunumları denize döküp, koşarak geri gelip kurtulduklarıma sevinip, tabureme oturup yan dükkandaki arkadaşıma laf atmak istiyorum.

çok mu istedim, çok mu zor? olmamalı...

veresiye bu hayaller. yaz kenarı kıvrık yıpranmış kalın veresiye defterine sen şimdilik, sonra birgün mutlaka, illaki, elbet görürüz hesabını...

:)

6 Mayıs 2009 Çarşamba

alelade bir yaz günü, pijamalar çoktan giyilmiş ailece uyuma safhalarındayız. tarihin yaşımı 12 civarında gösterdiği zamanlar. normalde 2 çocuklu bir aile için tasarlanmış yazlık evde 8 hatta dönemine göre 9-10 kişi kalıyoruz. bu sebeptendir ki ebeveyn odası olarak yaratılan odada ebeveynlerime bonus olarak ben de kalıyorum. okulun açılmasına az zaman var. uyumadan önce anne babayı bir arada bulan ben bahsi geçen günlere damgasını vuran majör dileğimi dile getiriyorum. bir bilgisayar. annemin, nasıl birşey istediğime ve fiyatının ne olduğuna dair bilinçli sorusu, babamın istediğim özellik ve parçalardan toplama bilgisayar yaptırabileceği bir arkadaşının varlığıyla şekillenirken içimdeki tipik ergen dile geliyor ve başlıyor bir bilgisayara dair istediği özellikleri saymaya. toplam sayısı 4ü geçemeyecek, bilgiden ve farkındalıktan yoksun bu özellik sıralamasının son durağında ağzımdan belli belirsiz bir laf çıktı: CDrom


o sıralar bir bilgisayar için en havalı yenilikti ve adı bir anda duyulur olmuştu CDromun. sorsan nedir diye, ki annem lafımın hemen üstüne sormuştu da, manalı bir cevap alamazdın benden. çünkü biliyordum, kim bilir nerelerden duymuş da öğrenmiştim, yeni ve güzel hatta gerekli birşey olduğunu ama bir mit gibi tam da bilmiyordum neci olduğunu, ne işe hizmet ettiğini. ama olmalıydı işte. moda gibi, gençler arasında popüler olan bir nesne gibiydi CDrom. teknolojik bir yenilikti belli ki ve bir bilgisayar parçasıydı nihayetinde ama bir bilgisayarım olacaksa CDrom'lu olsundu.


ve olmuştu da. kendisiyle ne yapılacağını bilmediğim ama havasından da geçilmeyen CDromum, bilgisayarıma bir güzel ilişmiş ve kendisine vereceğim eşsiz görevleri bekliyordu, hiç gelmeyeceğini sanarak umutsuzca. çünkü ne ona okuması üzere görev adledeceğim bir CD'm ne de neden bir CD'ye ihtiyaç duyacağımla ilgili herhangi bir bilgim vardı.


derken işgüzar bir dergi günün birinde bir aslan belgeseli VCD'si verdi ve tabi olaylar gelişti. en yakın arkadaşımla okuldan çıkıp dosdoğru eve bilgisayar başına, tek ve yegane hedefe odaklanarak kurulduk. elimizde bir CD ve onu çalıştırmayı görev edindiğini vadeden bir de CDrom vardı. yapmamız gereken çok fazla şey olmamalıydı diye büyük umutlarla CDyi olması gereken yere, CDromun içine koyduk ve beklemeye başladık. çok da uzun sürmedi karşımızda duranın komutsuz hiçbir görevini yerine getirmeyeceğini anlamamız. ama ona, bize aslanları göster komutunu nasıl vermeliydik acaba. okulun en bilgisayar kurdu, ki bildikleri aslında çok da iç açıcı şeyler değildi bizden ve sadece yarım adım ötedeydi, aranmalıydı. özenle bu saçma amaç uğruna ev telefonlarında uzun süren konuşmalar, art arda yüzlerce kere aramalar, tükenen umutlar ve belki de bilgisayar başında harcanan uzun saatlerin sonunda, kim bilir ne yapmıştık da ekranda o melün aslanlar belirivermişti ve bilgisayara karşı aciz anılarımı paylaştığım, bilgisayarı en saf haliyle ve en saf halimizle keşfedişimin yoldaşı, sonradan bilgisayar programcılığının üzerine bilgisayar öğretmenliği okuyan ve bugünün bilgisayar öğretmeni arkadaşımla bugünün bilgisayar kurdu ben; bir daha bir bilgisayar yüzünden asla yaşayamayacağımız bir mutlulukla birbirimize sarılıp basbayağı sevinçten ağlamıştık (!)

ilk bilgisayar anıları tabi bu bol sevinç gözyaşılı dönemde başlamıyor. kendi ilk kalantor, kallavi boyuttaki o hantal ve tabii ki CDrom'lu masaüstü bilgisayarımı edinene kadar bilgisayarlarla aramızda geçen münasebetlerin ilki, ilkokul yıllarına denk geliyor.

bilgisayar demeye bin şahiti ısrarla isteyen o aletlerin başına geçip, ders namına öğrendiklerimiz, sanma ki şimdinin windowsu wordü öğrenen çocuklarınki gibi komplikeydi. Önümüzde simsiyah bir dos ekranı, tek hedefleri olan, ekrana diktörtgen bir renk atayıp ona başka bir renkte çerçeve atayarak yanıp söner gibi renk değiştirmelerini sağlamak olan bir sürü çocuk, oturup bir saat boyunca bol noktalı bol taksimli ve bol C harfli hallerle kod yazıyor, ve yanıp sönen çerçeveli ekrana bakıyor ve bir bilgisayar mühendisinin dev yazılımının evlerde kullanılışının gururuna sevincine denk anlar yaşıyorduk.

prince şimdilerde play station'larda olduğu gibi alevli malevli, yanar dönerli, mısırın best modeli değil, koşarken aniden duramayan ileri geri savrulan pikselli sersemin tekiydi ve o tıfıl haliyle bizi okul sonrası ev tembelliklerimizde susam sokağı kadar olmasa da, saatlerce oyalamayı başarırdı.

şimdi usb sticklerin MB'larıyla yetinemezken o zamanlar bir disketin miniminnacık sığasına dünyaları sığdırır, ordan oraya taşırdık. dial-up'ın cızırtılı, adını okurken bile senin de kulağında yankılandığına emin olduğum o cazır cuzur bağlantı sesiyle dakikalar geçirir, sabırla internete, adeta CIA'in gizli dosyalarına girmeye çalışırcasına efor sarfederek girerdik. telefonu meşgul eden internetimiz annenin şikayet engeline takılır da, uzun uzun telefon konuşmalarını beklerdik tekrar cızırtılarla kaldığımız yere geri dönebilmek için.

ve olur da bir yerlerden bir fotograftıysa görmek istediğimiz, bugün olduğu gibi göz açıp kapama süresinde açılan sayfalarca fotograflarda olduğu gibi değil değil, dakikalarca satır satır dolardı ekranımıza sabrımızı sınarcasına. ve eğer o günlerde günün modası facebook varolsaydı, sınıf arkadaşının fotografını görmeyi beklerken mezun bile olabilir, sana ayarlanacak kişinin fotografını görmeyi beklerken evde kalabilirdin.

eski bilgisayarımı artık görüşemediğim, çok uzak biyere taşınan ve nedense çok hızlı bir şekilde yaşlanmış eski bir arkadaşımmışçasına anıyorum. bugün klavyesine dokunup ekranına baktığım, atalarından bin gömlek üstün bu bilgisayarımı da, beni deli gibi korkutan hızdaki teknoloji sayesinde bir gün aynı anılar silsilesi ile hafızamın özlenecekler dosyasına atacağımı biliyorum.

gözlerini diktiğin, karşında duranın, sana görmek istediklerini hiç kaprissiz kayda değer hızda gösterenin değerini bil. ara sıra çıkardığı sorunlara, garip sorulara, apansız kapanışlarına, yanıt vermeyişlere, komik türkçesine, hata ekranlarına ok canım, canın sağolsun de geç, gün gelecek havaya açılan ışıklı ekranlarda aklından geçenleri aklından geçiş hızıyla görüntülerken, sen de onu özleyecek, eksikliklerini affedip nostaljiyle yadedeceksin benim gibi.

eski bilgisayarlarımız geçersiz işlemler yürüttüler ve toptan kapatıldılar. bu sorunlar tekrar etmeye devam ederse satıcınızla görüşün. zira tarih tekerrürden ibarettir... şimdi, (teknolojik) değişiklikleri (hafızanıza) kaydetmek istiyor musunuz?

23 Mart 2009 Pazartesi

apartman "boş"luğu

ev alma, komşu al diyor adam. ama sen gel beni dinle, komşu da alma, çok lazımsa sadece ev al mümkünse müstakilinden. ya da illa komşu da alıcam diyorsan bizimkilerden birini almasan senin hayrına olur, zira halihazırda anlatmış olduğum ucubik hikayelerden ve çevremdeki nev-i şahsına münhasır insanlardan pay biçerek anlayabilirsin ki, bizim komşular da gayet lafı edilesi insanlar.

orda burda bir sürü siteler, apartmanlar, rezidanslar, içlerinde 20'li 30'lu daireler, dolayısıyla bir o kadar da komşu var. hiç düşünemiyorum öyle bol daire sayılı bir evde yaşadığımı, ve tahmini yaşayacağım saçma sapan olaylar silsilesini. gel gör ki 5 daireli, kendi halinde gibi görünen apartmanımız, konu saçmalıklara gelince 30'lulara kafa tutacak kadar iddalı.

1 numara: apartmanın en alt katında, tek başına yaşayan anneanne. genelde kendisinin yüzünün 3 santimlik kısmını, araladığı kapıdan, bir yengeçin kayalıktaki delikten bakışı gibi görür, o 3 santimlik kısımla selamlaşsak mı bilemeyiz. tek başına yaşadığı ve giriş katında yer aldığı için, dış etkenlerden, haklı olarak, korkar. demir kapıyı kendi üzerine kilitler ve apartmandaki her hareketliliğe de dehşet dolu gözlerle, teröristlere bakarcasına bakar. takribi iki senedir kadroda yer alıyor kendisi ama benim onu iki senede toplam gördüğüm sayı da zaten maksimum 10'dur. bu 10 karşılaşmanın ilki tanıştırılma dersek sonraki 9'da da ben tüm dişlerimi göstermeyi hedefleyen dev bir gülüşle ve üstünden şeker parçaları damlayan ses tonumla merhabalaaaaaar, nasılsınızzzzz'lar sundum kendisine. hep, ah canım yavrum sen nasılsın'lar duymayı bekleyerek. ancak her seferinde de, kendimizden böylesine fazlaca yaşlı birinin bize hitap ediş şekliyle pek alakası olmayan, o diplomatik tavırla ve ifadesiz halle, iyiyim siz (?!) nasılsınız cevabını alarak, her seferinde antartik hislerle, soğuktan üşüyerek uzaklaştım yanından.

2 numara: 1 numara ve biz hariç geride kalanların tümü gibi, bu numaranın sakinleri de apartmanın varolduğu günden, ve dolayısıyla 12 sene önce bu apartmana taşındığımızdan beri varlar. hafızasız teyze ve pısırık amca yaşıyor bu dairede de. 12 sene önce taşınış tanışma fasıllarımızda bir güzel tanıştırıldım hafızasız teyzeye. adını hakeder biçimde, selin olan adımı pelin belledi. ne belleyişdiyse artık, aşıkların isimlerini ağaçlara kazıyışları gibi kazıdı hafızasına pelin'i. dünya üzerinde varolduğuna dahi inanamayacağın zorluktaki adını ben bir güzel öğrenirken o pelini bayağı bir sevmiş olacak ki bir türlü vazgeçemedi. ilk 5-6 senemi, her pelin'li cümleyi pelin der demez kesip, "selin, selin!!" diyerek düzelterek harcadım. hepsinde de "amaaaaaan selin, pelin, hehh heh, karıştırıyorum işte idare et" gibi "ne boksa artık" manasına getirdiğim cevaplarla devam etti dialoglarımız.

apartman boşluğundan yemek pişirirken şarkı söyleyişi keşke duyulmasa ama duyulan hafızasız teyze genelde şarkılarını aniden keser ve adı üstünde pısırık amcayı azarlayıp bağırmaya başlar. hep biryerlere bir görevlerin yoluna yollar. bunların hepsine kulak şahidi olmamızı sağlayan apartman boşlığunu telefon gibi kullanmayı çok sever ve oradan bir üstünde yer alan diğer teyzeye delicesine haykırır, haykırır, haykırır... tüm bu haykırışların amacı 3 numarayı kahveye çağırmaktır, haykırışlarının dozunun hızla artmasının sebebiyse kahveler halihazırda ocağa konmuştur bile.

anahtarını sürekli kapının üzerinde unutur, kapıyı açık unutur. bir tek hırsızları arayıp hadi bekliyorum gelin demesi kalır. bu saçma halleri de hep bana denk gelir. kapıyı çalar, anahtarı verir "ah pelinciiiğiiim çok saol"lu ağır çekim konuşmaları dinler tırmanmaya devam ederim merdivenleri.

3 numara: garip tipler arasında en normal gibi görünebilenleri. amca bey 2 numaranın kuzeni, teyze hanım 4 numaranın eski sevgilisi. entrikalarla dolu apartmanın merkez üssü. anahtarı kapıda unutanlar top ten listesinde ikinci sırayı hak eder. ve niye hep bana denk geldiği bilinmeyen anahtarı alıp, kapıyı çalıp amcabeye teslim ettiğimde de "sen hep böyle anahtarı gördüğünde al e mi?" nasihatını verir. sen unutmasan nasıl olur mesela? ya da bana gereksiz nasihat etmesen. zira bak ben gördüğümde zaten çalıyorum o kapını, anahtarla bi güzel girebileceğim halde.

4 numara: ucube kelimesinin kifayetsiz kaldığı bir yer varsa o alan bizim apartmanın 4 numaralı kapısına denk geliyodur eminim. addams ailesi olarak adlandırdığımız bu dairede apartman yöneticilerimiz olan yaşlı bir çift yaşıyor. görevleri apartmanı yönetmek olduğu halde, diğer apartman sakinleriyle olur da biraraya gelinip oy usulüyle en az kimi seviyoruz testi yapılsa açık ara farkla yarışı tamamlarlar. karikatürlerden fırlamış abartılı yüz hatları, toplu vucutlu büyük garip bakışlı kadın ve buruşuk zapzayıf koca. yaz, kış, ilkbahaar, sonbahar farketmez hep gri, siyah, kahverengi tonlarındadırlar. perdeleri evlerine ilk taşındıkları gün asılmış ve o günden beri, ki kimbilir kaç yıl öncesine denk geliyor bu, oldukları yeri korumuşlar ama renkleri için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. tüm sevdikleri merhum akrabalarını evde sakladıklarına dair şüphe duymamızı sağlayan kesif koku fırsatını buldukça evden çıkmaya çalışır. bu yüzden mahallede bir olay olduğunda bizim gibi onlar da camı açıp bakacağından, kaçıp bizim eve yükselen o ne idüğü belirsiz kokudur hep bize çok sevgili komşularımızın da camda olduğunu haber veren ve bizim dışarda her ne olursa olsun, bakmaktan vazgeçmemizi sağlayan.

bir öğretmen kadın ve muhasebeci bir adamın en karanlık birlikteliği olan ikilinin muhasebeci olanının apartman yöneticisi olması sebebiyle 12 yıllık fatura trafiğinin bazı kısımlarında, annem babam tarafından elime tutuşturulan fatura bedelleri addams ailesi ile biçok kez görüşme sebebim. bu görüşmelerdeki, kafamda canlandırdığım fantastik hikayelerle eşleşecek görüntülere eşdeğer görsel arayışlarım ne yazık ki hep nafile, çünkü kapının milimetrik aralanmaları iki bile değil sadece tek bir göz veya en fazla ayakkabılığın üzerinde torbalanmış 30lu sayılara yakın, umarım içi ayakkabı dolu, torbaları görebiliyorum.

kalplerinde ömürleri boyu doğmuş olduğu varsayılabilecek yegane sevgi kırıntısını da birbirlerine vererek bitirdiklerini tahmin ettiğim bu çiftin yüzleri, bir de beni görünce gülüyor?! tüm garipliklerine rağmen hepsine uyguladığım cici ve tatlı surat, saygı dolu hal hatır soran halimi onlardan da esirgemediğimden olsa gerek. yoksa beni kendilerine yakın görmediklerini hayal etmek istiyorum.

ve her gün tek tek bu numaraların sahiplerinin, pek de sakin olmayan apartman sakinlerinin yanından geçerek en tepeye 5 numaraya tırmanan çekirdek ailemiz ve ben, her ne kadar şimdi bu kapılardan hangisinden kim hangi maceralarla çıkacak desek de, aslında halimizden çok memnunuz. zira ben şahsen, 5'den pay biçerek çok daireli bir apartmanda yaşayayabileceğim maceraların haddinin hesabını tutamıyorum, niteliğini hayal dahi edemiyorum...

velhasıl, bünyeme kim koyduysa bu malzeme ve eğlence bolluğunun kaynağı "tuhaflıklar mıknatısı"nı ona burdan selam olsun, çok alıştım kalsın böyle...

9 Mart 2009 Pazartesi

talihsiz serüvenler serisi / otobüs

öyle bir hale gelmek üzere ki bu blog artık, başıma gelen, bi' beni bulacağını tahmin ettiğim sıklıkta maceralar, deliler, olaylar silsilelerini yazar olacağım. yani böyle olsun da istemiyorum ya da şöyle söyleyeyim özel bir çabam da yok ama böyle denk geliyor, beni buluyor ben napayım.

dinle bak:

iş-ev yolum öyle saçma bir güzergah üzerinde ki sadece iki şekilde gidebilirim. ya evden çıkıp 12 dakika yürüyerek dolmuşa, ordan iner inmez otobüse binip inince de bir 4 dakika daha yürüyebilirim, ya da evden çıkıp 4 dakika yürüyüp taksiye binip inince de 1 dakika yürüyüp işyerine girebilirim. ki havalar soğuduğundan beri tembelliğe alıştım ve otobüslere pek uğramaz oldum. ta ki geçen gün sabah işim olduğu için işe geç gideceğim, havanın mis gibi pırıl pırıl olduğu güne kadar.

işim bittiğinde bir taksi yol üzerinde bekliyordu. taksiye doğru yönlenip, tam binecekken orada bekleme süresini tamamlanıp hareketlenen otobüsün tabelasına gözüm ilişti ve kendimi bir anda otobüsün içinde buldum. çok mutluydum çünkü 6 ytl yerinde 1 ytl bilmemkaç kuruşa apaynı yolu gidecektim, otobüs boştu, hava da hayat da güzeldi benim için.

orta kapıdaki direğe sırtımı dayamış yolu seyrederek gidiyorken havamı bozan tek şey (sonradan niye olduğunu anladığım) bağıra çağıra cep telefonuyla konuşan adamdı. konuştukları dev BLA BLA'lar olarak kulağıma geliyordu ve kulaklıklarımı yanıma almayışıma üzülmem için yeterli desibellerde yayın yapıyordu.

kendimi seslerden arındırmak için bayağı bir çaba sarfettikten sonra, huzur içinde sağı solu ağaçlı tepesi güneşli yolu seyrediyordum ki desibel amca (ki siz bunu ajitasyon bey, teatral abi diye de adlandırabilirsiniz ilerleyen satırlarda) oturduğu yerden koridora doğru anlamsız ve giderek artan, yere yaklaşan bir meyil aldı. napıyor demeye de kalmadan yerle yeksan oldu!


ben ayakta, ayaklarımın dibinde adam yatıyorken, çok uzun saniyeler boyunca öylece kalakaldım ne yapacağımı bilmeden. tinerci mi? yok tipi benzemiyor. numara mı yapıyor? yuh amma fesatsın. yardım edeyim mi? ne yapacaksın ki. 112'yi arayayım mı? e otobüs hareket halinde, diye diye kendi kendime monologlar ve çelişkiler yaşayarak, hareketsizliğime kızıyorken, otobüs eşrafı durumu idrak etmeye ve homurdanmaya başladı.

ay adam bayıldı'lar eşliğinde birileri manasızca nabız yoklarken otobüs hala seyir halindeydi, ki fondan yükselen "şöför bey durur musunuz adam bayıldı" çığlıkları üzerine otobüs şöförü bir zahmet, tam da polis karakolunun önünde(!) durdu. elim telefonda ani bir atakla 112'yi aramak üzere beklerken otobüslülerden biri "polise haber verin" diye bağırdı. imdat polis nidasından ziyade, "o da bir memur olmadı polis aracıyla biryerlere götürürler ve en azından polis ne yapılacağını bilir" tonundaki bu çığlık üzerine, ne şöför ne de bön bakışlı şekilli muavini hareketlendi ki bir çığlık daha onları harekete geçirdi ve şöför söylene söylene indi otobüsten.

bayıl bey; polis karakolu, polis, polis çağırın, haydi polis, şimdi polis, eyo poliiis laflarını duymuş olacak ki dakikalardır yediği tokatlar ve sarsmalardan daha kar etti duydukları ve bir anda ani bir hamleyle uyandı ve anında oturdu?! olay bayağı bir hareket yaratmış, ve hatta bu sebepten otobüs bile durmuş herkesin dikkati de otobüsün tam orta yerindeyken, o ana kadar kendi, aklı nerde olduğu bilinmeyen bir teyze, adam sanki 10 dakika önce değil de o saniye baylmışcasına canlı bir şekilde AAAAAAAAAYYYY diye bağırıverdi arka sıralardan?! suratına dönen anlamsız yüzlerle, aslında çok uzun zaman önce vuku bulan bir olaya gelişmemiş ülkelerdeki internet hızıyla cevap verdiğini de anlayınca susuverdi. otobüsün tüm teyzeleri halaybaşılarıymışcasına ellerinde bir ıslak, bir kuru mendili adama doğru sallamaya, tüm öğrenciler su şişelerini uzatmaya, tüm genç ablalar da ıvır zıvır hop kek top kek türevlerini aynı anda adama uzatmaya başladılar. ve o, süper bir ustalıkla hepsini reddederek son çubuk krakeri geri iterken, tansiyonunuz düştü sanırım diyen kıza "yok yok, çocuğa kafayı taktım ben" diyiverdi buğulu kızarmış gözlerin içindeki boş ve inandırıcılıktan çok uzak kaypak bakışlarla.

hangi çocuk? niye kafayı taktın? biz seni tanıyor muyuz? derdini biliyor muyuz? gayet, bir aile otobüymüşüz de onun derdine derman olmaya toplaşıp gidiyormuşuz, çocuğu niye kafaya taktığını da hepimiz çok iyi biliyormuşuz hisleriyle kurulan bu cümleyle herkes suratına bir soru işareti kondurup, anlam veremeyip, vermeye çalışmaktan vazgeçip, akabinde umursamayıp olay öncesi pozisyonuna ve hayatının akışına geri döndü.

ben orta kapı direğine gerisingeri yaslanmış, sürekli bir biçimde nasıl da tüm bunlar olurken antartik bir soğuklukla öylece durduğumu kafamda tartıyordum. mailbox'ımıza düşüp duran "aman biri size bilmemne derse hemen uzaklaşın, sizden yardım isteyen teyzeyi karşıdan karşıya geçirmeyin suratınıza bilmemne sıkar sizi bayıltıp satar, aman bilmemne yapmayın böbreğinizi alırlar"larla dolu mailler bilinçaltıma mı işlemişti de içimdeki insani yardımsever kız, bavulunu alıp uzaklara gitmişti. kendime kızmaya başlayacaktım ki o mailler boşuna yazılmıyor diyeceğim konuşmalar başladı. teatral abi eline, bayılırken düşürdüğü hastane dosyasını eline geri aldı, cep telefonunu da diğer eline ve "abilerim ablalarım, çok vaktinizi almayacağım"la tüm otobüse seslenenlerle aynı ses tonuyla, bayağı ağlak, ama farklı bir tarzda yayına başladı.

-evet abla, hastaneye gidiyorum ben, evet çocuk orda işte, ölüyor, yapacak birşey kalmadı, beynindeki ur yayılmış, yürüyemiyor abla, konuşamıyor abla, ölüyor elden bişey gelmiyor, sırtımda taşıyorum, şimdi hastaneye gidiyorum, napıcaz bilmiyorum, 260 milyon olsa kurtarıcam bişey de değil (?!) ama denkleştiremiyoruz işte göz göre göre ölücek çocuk, napiyim abla alıp köye götüriyim bari köyde ölsün...

gibi sürüp giden bir diyaloğun (ki bence monoloğun) duyulan kısımları bu türevdeydi. Hemen o anda vazgeçtim bavulunu alıp gittiğini sandığım insanlığıma kızmaya ve başladım tüm kızgınlığımı adama yönlendirmeye. böyle ince bir örgüyle donattığı oyuna harcadığı enerjiyi keşke daha iyi bir yere yönlendireydi de ben de birdahaki önümde kütür kütür bayılacak olası kişiye o günkinden daha buz davranmayacak olsaydım...

ve sana söylüyorum emekli amca: ah be amcacım, 260 lira lafını her duyduğunda hop oturup hop kalkarken sen, sağ elim hazırdaydı seni yerine geri oturtmak için de sen ne insaniyetle doluymuşsun ki koltuğunda bir rahat oturamadın bunca hinliğe rağmen. olur da bir gün allah korusun başına başkasına muhtaç olacağın bir olay gelirse, senin gibilerle karşılaş, bana rastgelme e mi...

ay, bana bişeyler oluyo... bayılıyorum galiba!

21 Ocak 2009 Çarşamba

kabakulak-lık


ruhunun gıdaya ihtiyacı varsa bir an önce vermelisin istediğini...

böyle anlardan birindesindir. etraf sıkıcıdır, yaptığın şey herneyse bir fon müziği lazımdır, ortamdaki konuşmalar, sesler yüreğini darlar, yol uzundur, iş çoktur, civar kalabalıktır, gürültü had safhadadır velhasıl mecbur olduğun diil hali hazırda seçip bir güzel listelediklerini dinlemek istersin ve takarsın kulaklıkları kulağa.


ve başlar bir süreç...


o ana kadar saatlerdir sana hiçbirşey söylemeyen iş arkadaşlarının sana birşey sorası, çaycının ikramlarının başlayası, annenin birşey anlatası, sınıf arkadaşının sınav tarihini sorası, otobüsteki sakinliğin birden bozulası, sokağın karşısında herkesin dikkatlerini çeken bir kavganın kopası, yürüdüğün yolda önüne yıllardır görmediğin lise arkadaşının çıkası tutar. tüm evren gözünü senin o lanet kulaklığına dikmiştir ve tüm yüce güçler, doğanın kanununa aykırılığından mıdır, günlük hayatını tehlikeye soktuğundan mıdır bilinmez, varlarını yoklarını onu senin kulağından çıkarmaya adamışlardır.

sanki o kulaklık görünmezdir ve bu ortaya çıkan ritm bozucuların hepsi ağız/tavır birliği etmişlercesine, senle herhangi bir zamanda yaptıkları veya yapacakları gibi gayet spontane yanına gelir ve bir anda seninle konuşmaya başlarlar... sen cümlenin, en iyi ihtimalle üçüncü bilemedin altıncı kelimesinde sana yönelmiş ve mimiklerle bezeli, sinir bozucu, okuyup anlamaya çalışacağın hareket eden bir dudak farkedersin. sekizinci kelimesinde "hakikaten de benimle konuşuyor bu yahu" diye düşünür, on ve onbirinci kelimelerde kulaklığı çıkarırsın ve muhtemelen şöyle şeyler duyarsın:

-...dedi, sence ne yapmalıyım?
-...ister misin?
-...melisin bence süper olur ne dersin?
-...tiriyor gibi geliyor bana.
-...mileyim galiba!
-...mi?
-...iyim e mi!

haydaa. artık kelimelerden bir şeyler yaratmaya, cevap verilesi bir formata sokmaya çalışırsın nafile çabaların birkaç saniye içince tükenince de hı? ne? bir daha söyler misin duyamadım KULAKLIKLARIM KULAĞIMDAYDI DA dersin, bir dahakine ders olsun dercesine ki hiçbizaman olmaz olmayacaktır da. var gücünle kör müsün kulaklıklarım kulağımda ve sen hala en doğal halinle benimle konuşuyorsun bu nasıl iş diye haykırmaktır aslında tek isteğin. tekrar eder seni bölen o cümlesini ve koyar senle mini bir sohbet. kısa keser, sohbeti paketler, yarattığın ortama geri dönmeye çalışırsın. o yarıda kesilen şarkıyı, umarım radyo dinlemiyorsundur da, başa alırsın.

bu arada kesici arkadaşın anlamıştır kulaklıkla onu duyamayacağını ama bunun göremeyeceğin anlamına da gelmediğini. takribi 3 dakika sonra yeni bir keski gelir o zavallı başa alınmış şarkıya. bu kez karşında sana el kol yapmakta, tüm gücünü senin dikkatini çekmeye adamıştır ve başarır da. yenik bir ifadeyle, istemeye istemeye ağır çekim hareketlerle indirirsin kulaklığı, veda edersin paramparça olmuş şarkıya. ha bu arada'larla başlayan cümlelerle sohbetin artık kısımlarını dinler, yine paket cevapları verir susarsın. ve bu kez öyle hemen takamazsın da kulaklıkları geri. beklersin. hala bu sohbetin artçı cümleleri gelecek diye bekler, onları savdıktan sonra şarkıyı baştan dinlemenin mini hayallerine dalarsın. ama bilmezsin ki o artçılar sen ne yaparsan yap ne kadar beklersen bekle, kulaklığı taktığında gelecektir.

bakarsın gelmez artçılar. aldanırsın, bitti sanırsın, kulaklıklara ve çeyrek çeyrek dinlediğin o zavallı, perişan şarkıya dönersin. ve tabii ki bitmemiştir, bitmeyecektir. kaçırdığın gözlerine de artık erişilemeyince dikkatine oynayan karşı taraf için, omuza dokunma ve sana iyice yaklaşma kozlarını kullanmanın zamanı gelmiş de geçiyordur bile.

huzurun kalmaz. artık kulaklığı geri taksan da o şarkıdan sana hayır gelmez. çoktan şarkıdan ve mevzudan kopup, notaları dinleyemez halde dış seslere odaklanmışsındır bile. müezzinin iddalı sesi, aslında hiç çalmıyor olan telefonun ve kapının sesi, adının biri tarafından çağrılışı, martı sesleri, ve bunun gibi sürülerce varolan ve hayali dış sesler kulağının kepçesine dolup dolup içeri sızarlar.

ve sonunda yılarsın. anlarsın o kozmik güçler senin ortamdan kopmanı, doğanın sana verdiği uzuvların işlevini keyfi birşeye yönlendirmeni, o şarkıyı dinlemeni istememektedir.

vazgeçersin. çıkarırsın kulaklıkları. ve o andan itibaren çevrende ne kimse seninle konuşur ne de dünya üzerinde bir dış ses kalır.
çıt çıkmaz...