12 Kasım 2008 Çarşamba

keyfekeder


görüşüm bulandı. saçma sapan maceralarım da bu bulanıklıkla birlikte başlamış oldu. hali hazırda söylemeye bile gerek görülmeyen 0,25 yani çeyrek oranda bozuk uzağı görmeyen gözlerim sanki daha bir görmüyor gibi geliyordu. teyid edilmeliydi veya en iyi ihtimalle gönül ferahlatılmalıydı. kliniğe (ki burası daha sonra tarafımdan çok başka biçimlerde adlandırılacaktı) girdim, uslu uslu arkamdaki nışantaşını izlemeye ve sıramı beklemeye başladım.

gereksiz bir form, sosyal sigortamın güncellenmemiş olması sebebiyle vereceğim paranın iki katını ödeyeceğimin haberi, göze ani hava püskürtmeli ve ovaların ardındaki eve bakmalı mini göz muayenesinden sonra esas muayene için bekliyordum ki freak show'un (bunun bire bir türkçesi var mı allahaşkına böyle yazmayı ben de pek istemezdim ama idare edin artık) ilk kahramanı olan "dayı teyze" geldi.

"dayı teyze"miz bildiğiniz standart bir dayı edalarında yine bildiğiniz standart teyze görünümünde bir alaşımdı. kollarını geri, karnını ileri çıkara çıkara yürüyen dayı-teyze hantal görünümüne göre bir o kadar ataktı da. öyle ki adı müzeyyen ayarı bişeydi hatırladığımca ama pelin isimli biri odaya çağrıldığında benim benim diye fırladı ve hastabakıcı çocuk şoklara sevkolurken "siz pelin diilsini ki?" demek zorunda kaldı dayı-teyzenin atak cingözlüklerine inanamayarak.

ben böyle dayı-teyze'yle oyalanırken "minikafa" geldi ve yanıma oturdu. minikafa, vucuduna göre adı üstünde daha da minik bir kafaya sahip oluşunu inkar edercesine, o kafasını daha da minik gösterecek illüzyonlara sebep olan, üzerine 3 beden büyük, dev vatkalı, yakası kürklü bir palto giymişti, hiç de paltoluk bir hava olmamasına rağmen. yanıma oturuşu pek de hayırlara vesile olmayacağı baştan belli olan minikafa, bulunduğumuz ortam dolayısıyla çok da doğal olan görmeme sorunundan muzdarip "benim gözüm görmüyor kızım"lı cümleler kurararak elime tutuşturdu, beklerken insanları oyalamak üzere icat edildiğini düşündüğüm uyduruk formu ve nüfus cüzdanını. adı soyadı gibi bilgileri geçtikten sonra "adresiniz?" dedim ve fısıldamadan da öte bir ses tonuyla başladı bilgileri vermeye ve dolayısıyla minikafayla kafa kafaya bir 10 dakika geçirdik ta ki o lanet formun son sorusuna gelinceye kadar: "mesleğiniz?" gayet emekli, öğretmen, muhasebeci görünümlü minikafa beni benden alan, hayallere, sorulara koşturan cevabı vardi birkaç uzun saniye bekledikten sonra: müzisyen! vay anasını!

müzisyen minikafaya şaşırırken 3in1 adlandırdığım ailenin 2si olan anne ve kızı belirdi kapıdan ve tabii ki karşıma geçtiler. ve yanımdaki camdan nışantaşına nazır garip el kol hareketleri yapmaya başladılar. onları tamamlayacak olan 3. kişi yani "gülen baba" yoldaydı ve tarif vermek yerine kendilerini görmesini sağlama yolunu tercih etmişlerdi. başarılı da oldular gülen baba da gelip karşıma oturmuştu mütemadi gülüşleri ile birlikte. karşımdaki 6 koltukluk boş yere 3lü kombinasyonlar halinde sürekli değişen biçimde oturup kalkıp kaynayacaklardı önümüzdeki 1 saat içinde.

ben onların kombinasyonlarına dalmış, gülen babanın herşeyi gülerek söyleyişlerinden sinirlerim bozulmuş sırıtarak güzel gözlük nerden alırım acaba, gözüm ne durumda diye düşünürken minikafa "sizin neyiniz var?" dedi. "numaram değişmiş" deyince de "olur olur, yeter ki gözünüze bişey olmasın, onlar geçer" gibi beni bir 15 dakika daha oyalayacak tarihi cümleyi kurdu.

böyle böyle ardı arkası gelmeyen bu şov; uyuyan teyze, asabi abla, yuvarlak nine ve daire torun, bantlı yüz, plaza adamı, retro abla gibi rengarenk karakterle devam ediyor ve git gide de eğlenceli bir hal alıyorken adım yankılandı ve doktorun yanına çağrıldım.

birbirine gayet benzeyen lanet C ve O, B ve R, N ve M, Y ve V beni yanıltmak üzere minnacıklaşmış bekliyorlardı. B ama R de olabilir gibi saçma sapan yorumlarımı filtreleme yeteneğine sahip müthiş doktor alfabe benden ben alfabeden yorulunca bana "keyfekeder bir miyop" teşhisi koydu. ister gözlük tak ister takma cinsinden.

bir freak show'la bir buçuk saat eğlenmeyi "göze alan", küçük bulanıklıkları "gözünde büyüten", onun bunun gibi değil keyfekeder numara farklarıyla türlü numaralara maruz kaldığım 0,5 farklık günü de keyfime kederle bitirdim.

el deliye ben akıllıya, bayaa bi', hasret..

6 Kasım 2008 Perşembe

degradesiz geçişler

kadın salonda iyiden iyiye yayılmış kocasına seslenir. bu ilk seslenişi de olmadığı için sesi artık çileden çıkma mertebesine de bir hayli yaklaşmıştır. tek istediği olduğu yerde uyumaya niyetlenen ve günlerdir banyoya girmeye yeltenmeyen kocasını artık suyun altına sokup sabuna boğmaktır. adam oyalar da oyalar. genç kız nazına bürünmüştür bir kere. sonsuz ısrarlar sonucu adam bir zahmet, dırdırları eşliğinde banyoya girer nihayet. haftalık rutin, eziyetlerle tamamlanmıştır.

erkekler yaşlandıkça, yaş aldıkça suya uzaklaşırlar. banyodan, yıkanmaktan kaçışların peşine düşerler. gençken, delikanlılıkta yazın yarım saatte bir duşlara giren, kısa saçının nimetleriyle uzun saçlı bizim cinse nispet yaparcasına yıkananan ve çıkan, sulara sabunlara doyamayan o erkeklere, yaş aldıkça olanlar olur, isimleri haykırıp nefesler tükenene kadar banyoya girmez hale bürünürler.

çünkü efendim, yaşlandıkça yüzdesel olarak kadınlara yakınlaşma ihtimali oranı bir hayli düşmüştür. gerek görmezler. hayatında bu ihtimali barındıran genç erkek, sürekli temiz olması gerektiğini bilinçaltına işlemiştir. ne olur ne olmazlarla alışkanlığa dönüştürmüştür. ama beyimiz yaşlandıkça madem kadınlar uzak niye ıslanayım, sabunlanayım, zahmetlere gark olayım diye düşünür.

aynı mantık tabi diğer cinste de mevcut. uzayıp birleşmiş kaşlar, kafaya haresel bir hava katan beyaz saçlar, dokunulmaması gereken kaktüs bacaklar, makyajı unutan transparanlığa yüz tutmuş cilt, orantısız tırnak boyu...

onu buna çakıp, binbir aksesuarla süsleyip, modayla harmanlanan üst başı parfümle süsleyen genç insan bunu sadece eşleşmek için mi yapar ki yaşla ters orantılarda harcanır bu alışkanlıklar. ben kendim için yapıyorum, kendime saygımdan bakımlıyım'lar nelere yenik düşüyor da yok olmaya tarihin tozlu fotograflarında yer almaya yüz tutuyor peki. sevgililer eş olunca, kıskanılan hemcinsler (bu kelimeden nefret ettiğimi farkettim muadili var mı) kıskanılmayacak hale gelince bitiyo mu kendin için yaptıkların, hım?

kaideyi bozmayan istisnalar bakımlı, modaya uygun giyinen yaşlılar değil giyinmeyenleri olsun istiyorum artık. ben de öyle olmak için var gücümle çalışmalıyım, sen de öyle.

evet sana söylüyorum genç insan. böyle yaşlan. yaşlanmadan yaşlan. madem her yaşın ayrı bir güzelliği var endeksleme hiçbir davranışını gençliğine de, sırıtmadan saçmalamadan güzelce uyarla, gir suya dokun sabuna, modelden modele sok saçını, spor yap, güzel şeyler ye, modayı takip et, senin gibi tonton arkadaşlarınla buluş film partisi yap, sohbetlere aban, cafelerde buluş, torunlarla toplan tabu oyna, telefonda en yakın arkadaşını işlet, havuza bombalama atla, müziği teknolojiyi takip et, eşin hep sevgilin olsun onu şaşırt, kıskan, ona özel süslen, dergileri kucağına topla elinde portakal suyunla parkta otur keyif çat, balığa çık, evinin şeklini değiştir, tatile çık dünyayı gez, çimlere uzan, güneşe uzan, yıldızlara uzan, çiçek yetiştir, hayvan besle, doğayla ilgilen, yeni arkadaşlar edin, eskilerine çok iyi davran, oyun oyna, koş, yeni yemekler dene, gitmediğin gezmediğin yerleri keşfet, gül, kahkaha at, dans et, resim çiz, şarkı söyle, fotograf çek, bol bol sarıl, öpüş, koklaş, seviş, bunların hepsini yapacak enerji için de kalbindeki aşkı sakın kaybetme!

4 Kasım 2008 Salı

çaresiz hasret sanrıları


kan ter içindesin, ensen sırılsıklam olmuş saçlarının ıslaklığını hissediyorsun, umurunda değil. koşmaya devam ediyorsun. nereden nereye ne amaçla koştuğunu bile unutmuşsun. senin gibi koşanlar da var etrafında. yüzünde kocaman bir gülümseme, ara ara kahkahaya dönüşüyor, sen güldükçe nefesini daha da bir kesiyor. aniden durup dizlerini hafif kırıp ellerini dizlerinin üzerine koyuyorsun, gülmeye devam ederek soluklanıyorsun. nefes nefesesin sırtın inip kalkıyor. eve bir bardak suyun hasretiyle koştuğunda, tüm bu enerjin bitip döndüğünde seni bekliyor olacak olan kekin şekerli, tatlı kokusunun heryere sinmiş olduğunu anladığında eskisinden daha da mutlusun. arkandan sana bağırılan öğütleri dinlemeden yine fırlıyorsun sokağa.

tertemiz berrak güneşli bir hava var. en güzel mevsimde, günün en güzel saatinde, hayatının en güzel yıllarındasın... çocuksun.

ölmüş birinin özlemenin çaresizliği gibi çocukluk anıların gelir bazen aklına, yapacak birşeyin olmaz, dümdüz bakarsın en yakınındaki en saçma nesneye, kilitlenir, gidebildiğin kadar geriye gitmeye çalışır, başardıkça da hüzünlenir daha bi çaresizleşirsin.


yıllar geçtikçe sen istemeden de olsa üzerine sıra sıra binen sorumluluklar, sorumluluklardan muaf olduğun o günleri daha da bi' özlemene sebep olur, her gün daha da şiddetlenerek.

yazın yüzmelerin, kışın kartoplarının peşinde, çok tekerlekli bisikletini düşünerek geçirdiğin günlerde, arkadaş grubunda sadece insanların değil, kedilerin, köpeklerin hatta civcivlerin kelebeklerin olduğu, bir topun peşinde amaçsızca koşmanın nefes kesen heyecanlarıyla, gerçek süperkahramanlarının olduğu, ağaçların tepesinde, sahte çadırların içinde, kendini bile düşünmen gerekmezken bunu senin yerine annen yapıyorken, enerjin bitmek bilmezken, kumdan kaleler mecazi anlamlar taşımıyorken, duygularını göstermektan, yaşamaktan, sevincini üzüntünü açık açık paylaşmaktan sakınmıyorken, yağmurdan kaçmayı değil biriken sularda zıplamayı, kagıttan gemileri yüzdürmeyi tercih ediyorken, en kötü ihtimal ev ödeviyle burulan vicdanın bile çizgi filmlerin neşesiyle kifayetsiz kalırken, kariyerlerin değil uçurtmaların peşinde koşuyorken, bilgisayar başında büyüttüğün göbeğini eritmek için değil sırf eğlenmek için taklalar atıp koşturuyorken, arkadaşlıkların egolardan değil omuzlara atılmış kollardan ibaretken, korkuların saklambaçta yakalanmak kadar naifken, sevgini saklamayı değil kocaman kocaman göstermeyi tercih ediyorken, hayallerin astronot olmalara varacak kadar uçsuz bucaksız sınırsızken, çok çabuk heyecanlanıp bunu saklama gereği duymuyorken, gülmelere kahkahalara doyamıyorken, şimdilerde en çok düşündüğün şeylerden biri olan nasıl göründüğünle hiç ama hiç ilgilenmiyorken, küçük şeylerden 'gerçekten' mutlu olabiliyorken, mutluyken, bilmezsin huzurun gerçek anlamını ve o günlerin değerini, bilemezsin. daha kötüsünü, ya da iyisini, veya farklısını görmemişsindir henüz. ve gördüğünde de işte yine o buruk çaresizliğe bürüneceksindir, çünkü artık çok geçtir.

çoktan o yollardan geçmiş geçkinler seni uyarmak isterler, değerini bile bile tadını çıkara çıkara harca o en değerli hakkını isterler. ve ne yazık ki pek beyhude çabalardır bunlar.

çünkü hayatta herşeyin değeri en çok kaybedilince anlaşılır...

3 Kasım 2008 Pazartesi

oğullara kızlara analı uyarılar silsilesi


ne diyor atasözü: anasına bak, kızını al. burada sorun yok. ancak anasına bakıp kızını alırken aynı şeyi oğulları için yapmanızı pek tavsiye etmiyorum. oğlunu alırken anasına hiç bakma, mümkünse o da sana bakmasın. zira o sistem bu ikilide pek işlemiyor ve hatta sarpa sarıyor.


şöyle ki ben oğullarıyla ilgili bir şekilde saplantılı olmayan bir anneye henüz rastlamadım. fazla sevgiden midir bilinmez illa ki muhakkak bir yerlerden bir paylaşamama mevcut. en fenası ve sık olanı, oğlunun sevgilisiysen sende yanlış giden bir şeyler vardır, o zavallı masum oğlanı kandırıyorsundur, kötü emellerine alet ediyorsundur, güzel yemek yapmayı bilmiyorsundur, oğlana iyi bakamayacaksındır, yanlış mesleğin insanısındır, doğru bir eş olamazsındır, yıllar yılı onun bakıp sevdiği oğlunun sevgisin sen nerden çıktın da paylaşmaya kalkıyorsundur, zaten senden iyisi bir yerlerde muhakkak vardır ve o biyerlerdeki senden iyi olan kopup gelse ondan da iyisi vardır.


şimdi bu oğlanlara can veren analar iş kızlara gelince neden böyle saplantılı olmuyorlar onu da anlamış diilim. yere göğe sığdıramıyorsan kızını da sığdırama mesela. kurnaz kadın kızını da kurnaz görüp başının çaresine nasılsa bakar diye düşünürken oğlunun karşısına çıkacak olan kendi gibi kurnaz hemcinslerinden mi korkar, yoksa hemcinsi diye mi kıskanır? vakti zamanında bir adamın karşısına çıkan da oğlunun karşısına çıkan kız gibi kendisi değilmidir? ve zaten bir zamanlar karşı safhta yer alan kadın nasıl unutur da, belki de kocasının annesinden gördüklerini uygular hale dönüşebilir? oğlunun başka bir kadını sevmesini analık içgüdüsüyle ve kadınsal bir içgüdüyle kabullenemez de iş kıza gelince sevilen bir adam olduğundan mı içi rahattır.


zira hem kızı hem de oğlu olan nice analar da gördüm. kızına ve oğluna olan tavırlarına geldi mi sıra adeta çift karakterli oluveriyorlar ve şizofren bünye çocuklarda da algı şoklarına sebep de olmuyor değil hani.


hiç de garantisi yok, bir oğlum olursa şayet (ki benim oğlum olurmuş öyle diyorlar, kuvvetli bir kaynana potansiyeli gördüklerinden midir bilmem) aynen bende bu hallere bürünürüm herale. kısım kısım kıskanırım oğlumu da kimselerle paylaşamam ama kızım başının çaresine nasılsa bakar. derken de erkekler ilişkilerde hiç de öyle görünmemesine rağmen naif kadınlarda daha komplike düşünen ve davrananlardıra da bir referans adeta.


şimdi elin kızı gelip de oğulcağızımı kandırmasın sakın. hem söyler misiniz benim oğlum çok daha iyi kızları haketmiyor mu allahaşkına?


:)

29 Eylül 2008 Pazartesi

izafiyet


boyun kadar, belki boyundan çok az daha uzun bir tepeye "dağ" deyip yamacında bir gezintiye çıktın. kulağında, dünyada hiç yapılmamış ve belki de sonsuza dek hiç yapılmayacak bir şarkının, senin şarkının, melodisi var. nereden geldiğini, nereye gittiğini, seni bekleyenleri ve beklediklerini çoktan unutmuşsun. zaman keşke dursa klişelerinden vazgeçmiş, zamanın hakikaten de durduğuna inanmışsın. ayağının altındaki çimenin kokusu bulutlarınkiyle birleşmiş kafanda. hemen o an bunu bir parfüm şişesinde hayal etmişsin. mavili yeşilli o parfüm şişesi, boyun kadar dağın yamaçlarında yok yere güldürmüş seni, o durmuş zamanda.


sonra korkmuşsun duran zamandan. başlatmışsın yine kaldığı yerden ve bulutlar bir anda yok oluvermiş. yok saydığın o küçücük, belki de kocaman, zaman dilimi belli ki aleyhine çalışmış. parfüm şişesine hapsetmeye çalıştığın bulutları; donukluğunla, kendi kendine gülmelerinle, düşünceli halinle korkutmuşsun ve hepsi başkasının tepesine üşüşüvermişler.


böyle böyle başlarmış masallar. hayallerle. gerçeküstülerle. gerçeklerle. bir varmış bir yokmuş. bir bulut çok korkmuş ve birden yok (mu?) olmuş...

18 Eylül 2008 Perşembe

eyüp sabri tuncer


saatin 06'ları. güneş doğmaya çalışırken, çoğunluk bilmemkaçıncı rüyasında ve işi evine uzak olanların da alarmları çalmaya hazırlanırken, uyandım. üstelik o güzelim rüyamın içinden beni uyandıran, gitmek zorunda olduğum işe yetişmem için kurulan alarm da değildi. zira kendisinin harekete geçmesine daha 2 saatten fazla vardı. uyanışıma sebep, hacim olarak benden binlerce kat küçük olan hain düşman, minyatür vampir, arsız avcı... anlaşıldığı üzere bir sivrisinek olan bu karşı saf, beni en savunmasız anımda, uykumda yakalamıştı. havalar ısınınca hortlayan ve havalar soğudukça (keşke sonsuza kadar olsa) yok olan bu nefret ırkın en hain bireylerinden biri; dün gayet ironik bir şekilde havanın 10 derece birden düştüğü, şimşeklerin yağmura eşlik ettiği gecede benim odama sığındı ve kendisi gibi biyerlere sığınan müşkül bir tanrı misafirine hiç de yakışmayan hareketler sergilemeye başladı.

rüyamdan ani bir kopuşla uyandığımda iki elim de deli gibi kendimi kaşımakla meşguldü ve sivrisineğin akşam yemeğinden kahvaltıya kadar uzanan ziyafetine bir ısırık yetmemiş olacak ki üzerimde verdiği parti bana 5 tane kaşınma noktası olarak dönmüştü. yetişemiyordum ve bu 5 noktadan hangi birini kaşıyacağıma karar veremiyordum. ben olaya el koymaya çalışırken o lanet parti hala devam ediyordu ve malesef ben çoktan bir kan bankasına dönüşmüştüm.

cayır cayır yanıp ölümüne kaşınan 5 noktayı yok farzetmeye ve ayılmaya çalışarak banyoya gittim. tek ihtiyacım olan kolonyaydı ve çölde su arayan bedevi edalarında girmiştim banyonun dolabından içeri. tabiki yoktu. derken lavantalı bir sprey kolonya buldum ve neşeyle odama döndüm. ardından hüsran ve çaresizlik. elimdeki lavantalı kolonya görünümlü şişe, doğan görünümlü şahinmiş meğer. içinden çıkan gül suyuyla, kaşıntılarım yetmez gibi bir de dev bir güllaca dönüşmüştüm. çöl bedevisi hallerim yerini uyuşturucu bağımlısı krizlerine denk hallere bırakmıştı.

çekmeceler, kutular, raflar, şifonyerler. yoktu işte. bilmemkaç metrekare evde hiçbir limon alkol kombinasyonu yoktu ve uykum çoktu. kolonya uyku eğrisinde kolonya sıfırda seyrederken uykumun grafiğinde hızlı bir artış vardı. madem kolonya yoktu yapmam gereken düşmanı etkisiz hale getirmek diye düşünerek ışığı açtım ve dışarıdan bakanı biraz güldürüp biraz da korkutacak garip hallerle milim boylum al kanlımı aramaya başladım. sinsi. hain. korkak. kurnaz. yoktu. saklanabileceği o kadar çok yer varken onu bulabileceğimi düşünüşümün yegane sebebi uyku sersemliği olmalıydı ve çabalarım ne kadar beyhudeydi.

gitmiş olmalı, zaten beni yemesinin üstünden çok vakit geçti biyere konup durmuştur diye düşündüm. 5 yerden kan içen bir hayvan balon gibi şişmiş olmalıydı ve uçmaya hali hiç ama hiç olmamalıydı. tabi tüm bunları çok üyeli bir çete olmadıklarını umarak düşünüyordum. nedensiz ve zamansız gelen bu iyimserliğim yüzünden artı 2 ısırığa daha kavuşacağımı bilmeden, ışığı kapayıp yatağıma yattım ve uykuya yöneldim. ki anında suyun uyuyacağını ama düşmanın uyumayacağını tecrübemle sabitledim oracıkta. o şeffaf karnı iki kere daha 0 RH - imle dolmuştu. artık dirseğim ve elim de kaşınıyordu. elimi kolumu bağlamaktı amacı besbelli. ve şimdi de şen kahkahaları mini desibeller, maksi hertz'ler şeklinde kulağımda vızıldıyordu.
yine kalktım. yine ışığı açtım. bu sefer onu aramanın pek beyhude bir çaba olduğunu bilerek, ramazan pidesi gibi yatağa uzandım. ısırabileceği dev bir kan balonu olarak beni görmesi ve bana yaklaşması akabinde de sağ elim tarafından pestil haline getirilebilmesi için kendimi yem olarak kullanmaya karar verdim. zaman benim bu hallerime hızla gülüp geçiyor, güneş yükseliyordu. o saf halimle kendimi ona yem ederek nöbet tutarken, her nöbetçi asker gibi ben de uyuyakalmışım. rüyamda dev sivrisineklerle savaşıp intikam duygumu körüklüyordum ki yine aniden ve yine çıldırasıya kaşınarak uyandım.
artık kolonya farz olmuştu ve ben diğer alkollülere saldırmadan önce onu bulmalıydım. içten içe evin biryerlerinde olduğuna dair inancım kaybolmaya yüz tutmuşken, tatile gidip orada bıraktığım off spreyler için kendime kızıyorken ve artık azılı sivrisineğe de kendimi teslim edip uyumaya çalışmayı göze alıyorken, türlü saçma kozmetiklerin olduğu bir sepet geldi aklıma. bari oraya da bakaydım, bulamayıp da yataydım deyip raftan hızla çektim sepeti ve bir ışık hüzmesi doğdu sepetin içinden: eyüp sabri tuncer limon kolonyası.
o ana kadar en favori kolonyamın selin kolonyaları oluş sebebini söylemeye gerek yok, isminden olduğu kadar niteliğinden de üstelik. ama, o güne kadar dalga geçtiğim, kemal kükrer ve eyüp sabri tuncer ikilisinden birinin, bir gece ansızın beni böylesine muhtaç bir durumdan kurtarabileceğini kim bilebilirdi.
sonra, huzur. öldürme isteğinde, vahşet ve intikam duygularında hızla azalma. limon ferahlığı. yastık rahatlığı. ne olur ne olmaz kafaya kadar çekilmiş bir pike ve tatlı bir uyku ve nükseden kaşıntılarla başlanan yeni bir gün.
eyüp sabri tuncer, sen dün gece bir ırkın umutsuzluğu bir başka ırkınsa cankurtaranı oldun. ne mutlu sana.

11 Eylül 2008 Perşembe

dırdır vırvır

bu aralar sürekli bir serzenişlerdeyim biliyorum ama elimde değil. yine öyle bir yazı bu, erken uyarı sistemi kurayım da ne olur ne olmaz, alarmı çalınca kaçarsınız.

işyerim mezarlığın yanında, mezarlık sokakta. bilip bilebileceğiniz en uysal en iyi komşulara sahibiz anlayacağınız. ama nedense hep bir çekinilir, istenmez mezarlık yanı, yakını evler ve hep daha ucuz olur diğerlerine kıyasla. niye ki? anlamam. adamın sana nasıl bir zararı dokunabilir ki. tatlı tatlı yatmış uyuyor. pili bitmiş, adam gitmiş. sen paşalar gibi kanlı canlı gezerken o ruhani haliyle sana naapsın. hadi diyelim bişey yapası tuttu (?!), senin evinin yakınında olsa ne olur olmasa ne olur. adam ruh, ruh! uçar da gelir senin yanına veya zaten istediği yere. ki zaten öyle de bir durumda senin yanına geleceğini sanmam, seni naapsın. yani ben olsam gelmem. giderim parise eyfele, romaya, özgürlük anıtının tepesine, okyanusun ortasına, firavunun ruhuyla kanka olup piramitlere filan.

işte böyle saçma sapan şeyler düşünüyorum her sabah bir mezarlık yanından geçip, başka bir mezarlık yanındaki işime giderken ve yine bir başka üçüncü mezarlığın yanından geçip evime dönerken.

yine bazen sabahları işe giderken dalmamışsam başka taraflara hep ulus oditoryumu takılıyor gözüme. her seferinde de 5 dakika sonra varacağım işyerinde hemen TDK dostuma sorayım diyorum, ey TDK ne demektir oditoryum diye. öyle de kallavi bir adı var ki mübarek. ODİTORYUM. heheeeyyyttt. neler dönüyor içerde belli değil. böyle yüce konseyler toplanmış hayati kararlar alınıyor, mu? dev bir anfi tiyatro var da bir grup çılgın insan aktiviteler silsilesinde boğuluyor, mu? derken artık geçen gün dayanamadım. oditoryum oditoryum diye tekrar ede ede delirmenin eşiğindeyken girdim ofise ve koştum TDK'ya nefes nefese. efendim buraya kadar hahayt nidalarıyla "ay oditoryumu bilmiyomuş pes" deyip dalga geçenlerinizi önce eshefle kınayıp şöyle bu tarafa alıyorum. kalanlarla bu yüce bilgiyi paylaşmaktan gurur duyarım ki oditoryum etkinlik merkezi demekmiş. fısssss. ama bir de şöyle bir şey var ki antik romada halkın ozanları dinlemek üzere toplandığı yermiş de aynı zamanda. havası ordan, ta antik romadan geliyormuş demek. rahatladım.

bakın biri bir kuyuya taş attı, kimsenin de çıkarmaya niyeti yok ama saçmalığın daniskası bir kalıp oluştu köşeye sıkışan benim gibi bir işi olanlar çalıveriyor o kalıbı her yere şöyle ki:

çaresizseniz, çare sizsiniz! tepkisizseniz, tepki sizsiniz!

yahu bu nedir? ne saçmalık. binlerce kere kullanıldı ve artık etkisiz. etkisizseniz, etki sizsiniz ve hatta beyinsizseniz, beyin sizsiniz!!



türkiye'de niye siyah koyun yok! masaüstümde (yani bayaa bayaa masamın üstünde) bir beyaz bir siyah koyun var, notlarımı tutmakla görevlendirilmiş. o siyah olana baktıkça bunu düşünüp duruyorum. olsa süper tatlı olurdu. yurdum insanının zencisinin olmayışı gibi bişey mi acaba? mango, avokado, kapari falan da yoktu eskiden, biyerlerde var oldukları halde. yeni yeni geldiler. siyah koyunlar da ilerleyen yıllarda ufaktan gelirler mi acaba bu tarafa? ben bekliyorum, yurt dışına gideniniz varsa haber salın karalara.

msn'e özgü laflar var.eskiden de vardı asl'ler filan. belki hayat kurtarıyodur birileri için rahattır falan da ben bitanesine çok fena uyuzum. ark. ki türkçe sözlükte içinden su akıtmak için toprağı kazarak yapılan açık oluk, ingilizce sözlükte nuhun gemisi demek. ama tükçe msn'ce-msn'ce tükçe sözlüğe bir bakıyoruz. ne demekmiş efendim: arkadaş! yok artık! geliyorlar artık bana ama. yahu çok mu fazla geldi sana o 4 harf de türkçeye böyle bir kısaltma sokuşturmaya niyetlendin? ark.ım, ark.larım ark.larla. bir de tsk.ler var ki ona artık hiç giremeyeceğim.

book'un da fazla geldiği ve güzelim ismi olan facebook yerine adı bugünlerde face diye geçen o meşhur sitede dün, golden retriever bir köpeğe ait kişisel hesap gördüm. adı köpeğin adı, soyadı sahibinin kelli felli soyadı şeklinde bir hesap açılmış hayvancağıza. fotograflarda tag'lenmiş, bazı fotografların altına köpek ağzından (artık nasıl bir saçmalık siz tahayyül edin) yorumlar falan yapılmış. komik değil, sevimli değil, mantıklı değil. yani tek bir soruyla yetinemeyip iki soru soracağım hesabı açılan köpeğin sahibine: 1.ne yapıyorsun sen? 2.hakkaten bu kadar çok mu vaktin var?

yemeksepeti.com'da gördüğüm bir banner: dominos'tan iftar menüsü. italyan yemeğiyle iftar :) çok fantastik, çok hoşuma gitti. burdan yola çıkarak da bir önerim var iftar reklamlarına. bıktım artık güzel neşeli kalabalık ailelerin etrafını çevirdiği masalarda aptal aptal gülüşmelerden, kahkahalarla kola açışlardan, abartılı neşelerle çorbaları tabaklara dökenlerden. böyle tek başına pizzayla, hamburgerle orucunu açan bir genç, yada iki sevgili başbaşa ve sakin bir mutlulukta falan, ne bileyim bir alternatifi olmalı. neşe patlaması kalabalık aileler işgal etti kutuyu, ofh.

böyle sahneye bir şarkıcı çıkar. genelde saçma sapan bir mekanın saçma sapan şarkıcısıdır ve saçma şarkılar söylüyordur. o saçma sapanlıklar yetmiyormuş gibi bu şarkıcının aklına cin bir fikir gelir ve şarkı sözlerini seyirciye uyarlar, nedeni amacı bilinmez bir biçimde, hiç hazzetmediğim gevrek bir gülüş ve seyirciyi gösteren bir el eşliğinde: "bana herşey SİZİİİ hatırlatıyor" müzikten, şarkıdan, ortamdan soğuduğum eşsiz bir biçimde irite olduğum nadir anlardandır işte bu, pooff.

dır dırlarımın ardı arkası kesilmiyor ama bakın bunda da bana hak verecekler çıkacak. yine icat devşirme laflardan dem vuracağım çünkü. hapşurunca çok yaşa denir bu bir kalıp. sen işi gücü bırak, düşün ki çok yaşamanın bir faydası yok o hayat iyi olmadıktan sonra, önemli olan iyi yaşamak de. o hapşuruğun üzerine felsefik anlamlarla örülmüş bir laf ara, bul, söyle.

-hapşuuuu

-çok yaşa.

-iyi yaşa! (ehem, kendinden emin tavır, hey dostum çok değil iyi yaşamak öneli olan laf sokuşu edaları, böyle bir böbür bir ne güzel dedimcilik)

ya sana diyorum iyi yaşa'cı. çok yaşasın da, iyileştirmeye vakti çok olsun bir yolunu bulur elbet sanane, laf üstüne laf niye söyleyip, yeni yeni laflar devşirip, icat edip beni bloglara kusturuyorsun.

bitmedi. bitmiyor ki ben ne yapayım. bu iyi yaşacılar derneği toplanmış ve demişler ki biri bir şey yapınca ve biz bunu beğenip takdir ettiğimizde teşekküre denk "eline sağlık" diyoruz. ama efendi, gönülden yapılan şeylere eline sağlık dediğimizde içimiz bir kıpır kıpır bir huzursuzuz. ne yapsak ne etsek. ve buyrun bakalım "kalemine sağlık" "gönlüne sağlık" "emeğine sağlık" "yüreğine sağlık"lar havada uçuşuyor. öyle antipatik ve gereksiz ki kanımca. bu kadar adres belirtmeye gerek varmı. daha havalı daha romantik laflarla deyim üzerinden laf süslemeye ne de meraklıymışız.


ve bugün hayatımda ilk (ve çok büyük ihtimalle son) kez gay bir taksiciye taksicinin arabasına denk geldim :) hayır yazdığım taksidji yazısıyla ilgili, bugünün mevbahsi olan taksiciye duyduğum sinirden değil adama gay deyişim. kahramanımız gayet havalı ve tertemiz düpdüzgün giyimli, yuvarlak yüzlü, kirli sakallı artistik halleriyle bende cadde taksicisi havası yarattı ilk izlenim olarak. sonra önümüze çarparcasına çıkan bir arabayla başlayan "hay allahım kimler ehliyet alıyor, nasıl dönüş yaptı, yollar ne fena, devlet duy vatandaşın feryadını" konu başlıklarından karşılıklı serpiştirişlerimize abartılı el hareketleri, yaaaaaaaniiiiii'ler, ay evet'ler, olmaz yaaaağniiii'ler ve tatlı ses tonajları eklenince allah allah diye içten içe pis pis sinsi sinsi gülmeye başlamıştım ki, her taksiciye söylediğim kolay gelsin'e babaaay diye karşılık verdi :) daha ne diyeyim, belki de sevip sevebileceğim tek taksiciydi.

dırdırlarım buraya kadar, şimdilik. babaaaay :)

9 Eylül 2008 Salı

eeeyy TR, neredeysen come back!

yeni yeni kendinden geçen kelimeler var. yeri geliyor ben de kullanıyorum, ama bir yandan da acaip sinir bozucular öyle böyle değil. keşke diyorum böyle toplu bi' bilinç kaybı olsa da bu abidik kubidik kelimeleri "havalı konuşuyorum şekerim"ciler (ki dediğim gibi bazen bende dahil) aniden unutsa ve cümleler daha temiz, herkes eşit, dünya da daha güzel bir yer olsa, ha fena olmaz mı?

kime, neye bu isyan. böyle bir serzenişten sonra bu buhranlara bir adres belirtmeden olmaz. bir bir sıralıyorum aklıma gelenleri şimdi, hadi bakalım buyrun burdan.

butik: her şey bunun başının altından çıkıyor zaten. ah şekerim çok butik bir restoran bulduk ta anasının nikahının yapıldığı yerde ama pek güzel. öyle atla deve değil butik bir yer olacak. bakın, butik tüm kötülüklerin anasıdır. bu butik başımıza dert açacak, demedi demeyin.

konsept: kafamda şöyle bi konsept var. konsept bir mağaza açma fikrim var ne diyosun? daha konsept bişeyler olmalı bence. yahu yok mu bunun muadili allahaşkına, dillere pelesenk de oldu atamıyorum, her deyişimden sonra da iç sesim öflüyo pöflüyo. belirleyin bir konsept, hep ona uyucam ben söz.

trend: birileri belirliyor, en yenileri eskiyenleri falan ortaya çıkıyor, bişeyler oluyor. bir de ekürileri var bunun: trendsetter, trendy falan. çok da kullanışlı meret, naapsak bilemedim.

mod: hey maşallah. bunun önünde kim durabilir söyleyin bana. hiç modumda diilim. tatil moduna girdim bile. süper bir moddayım hadi coşalım. o anki moduma göre bakarız. sen bambaşka bi moddasın şu anda. elin mood'u bakar mısınız ne hallere düştü dilimizde.

organik: manasında bir sorun yok. ama bugünlerde organik gördünüz mü şu demek oluyor: canlar, biz sizi kanserojene boğduk bi müddet, hala da boğuyoruz o ayrı. ama aslında elmalar bayaadır öyle kırmızı yuvarlak sert sulu değil! bak böyle, eciş bücüş, küçücük, çürüğümsü ve daha pahalı üstelik her yerde de bulamazsınız. organik.

ekolojik: yani?

başarılı: bakın nası zararsız, diğerlerinden ayrışık uslu görünüyor dimi? diil efendim! meyveye, sebzeye, yemeğe, giysiye başarılı diyen var yahu. bir çilek ne kadar başarılı olabilir. pantolonun çok başarılı ne demektir? öss'de derece mi aldı benim lanet pantolonum, karpuz çok başarılıymış abi mi? yurt dışında derece mi almış allahın meyvesi?

keyifli: hah! başarılı gibi bir tane daha. bir sıfat nasıl da yerli yersiz heder olurun ispatı. çok keyifli bir insan. ne dediğini sanıyor: güzel, eğlenceli biri, sevdim bunla vakit geçirirken insan sıkılmaz, hoş birisi. oysa ne diyor: bu insanın keyfi yerinde, bir şeye sevindi zahir.

karizma: neredeyse sözlüğümüze girmeye yeltenecek kadar yüzsüz ve kemikleşmiş. biri size karizmatik diyorsa bir boy kıllanın. çirkin falan dememek için böyle bir punduna getiriyor olmasın. çok hassas.
imaj: herkesin bir imajı var çok şükür. kafamız rahat. karizmayı sokarsak sözlüğe bu da peşinden gelir, demedi demeyin.
tarz: düzgün bir kelime gayet. tarzım var tarzın var tarzınız var. tamam. ama çok tarz. bu ne şimdi? çok tarz. yani? oldu mu şimdi. ya bu çocuk çok tarz. biçim, şekil, yol, üslup demek değil mi tarz? eee? bu çocuk çok biçim. ne biçim? oluyor mu hiç.

format: bakınız bu da biçim demek. ama bu zavallı biçim'e nasıl bir garezimiz varsa artık, onu yok etmek namına doldurmuşuz kelimeleri dilimize.
cool: bire bir arak artık yüzsüzlük.
direkt: bunla da derdim sonundaki T ile. kimse farkında değil onun varlığının. doğrudan'ı kullanmıyorsun peki ama direk diye bir şey yok! bir tane T koyuver arkasına sonra direkt söylersin ne söyleyeceksen.
sinerji: oof... metinlerin göz bebeği, kurtarıcısı. sanırsın toplaşıp toplaşıp ortak güçler yaratıyor herkes. lafta öyle. denizde sarıldığım yılansın ey sinerji, düş yakamızdan.
global: sanki dün anladık dünyanın top olduğunu, ve hepimiz de pek bi sevindik, doyamadık globallere. küresel, küre biçiminde olan demek değil mi bu? o zaman bir önerim var şunun gibi de kullanılsın: şekerim çok kilo almışsın, globalleşmişin bu aralar.

spot: TDK tanıtımcık diyor. bundan sonra öyle diyelim mi?
ekstrem: bildiğin sıradışı.

daha da dayanamayacağım, gerisini siz düşünün artık benden sonra tufan.
adeta brain storming :)

13 Ağustos 2008 Çarşamba

çivit

bahçede durmuş elimde çivit mavisi boya, beyaz duvarlara bodrum evi efekti veriyorum. fonda blogların anlatmaya yetmeyeceği efsane insan bedriye teyze adeta bir radyo tiyatrosu gibi durmaksızın anlatıyor geçmişini, tarihler vere vere. bi anda tepemden aşşağıya fıskiye edasıyla sular indi. kafamı kaldırdım amcam (!) belediyenin görevini devralmış sokaktaki zakkumları suluyor. beni de kurumuş görmüş olacak ki nasiplenmemi istedi. şimdi amcacım sen beni bi güzel suladın, ben de kalktım noooooluyo?! edasıyla sana baktım, bana ne demen gerekiyor? ay hay allah yaa de, pardon olur özür dilerim olur ne biliim kusura bakma kızım, yavrum, ciğerim olur, afedersin gibi bişey de olabilir yada sus sus sadece mahçup bir ifade de olur. ama boş bir bakış ve salakça bir sırıtış ne ola ki? mevsim yaz hava sıcak diye ben senin yağmuruna mı muhtacım be amca. özür özürlü bir adam, susma özürlü bir kadın ve ben, artık ne dersen bana, zamanın küçük bir diliminde öylece durduk.sonra. sonra ne olacak, bende birkaç saniye daha donuş ve amcanınkine denk boş bakış sonra amaaan deyiş ve çivite, ve zaten hiç susmamış, yayınına devam etmekte olan bedriyeye dönüş :)

oksijen

beyaz bir mutfak. camından bir bahçe görünüyor. elinde yeşil ve sarı limonlar var, az önce bir sepetten almışsın. tahta kesme tahtasının üstüne koyup kesiyorsun limonları. üzerinde kolsuz beyaz tişörtün açıkta kalan yerlerine limonlar sıçrıyor sprey gibi. hava sıcak, tatlı bir esinti var. serinliyorsun limonlarla. kocaman birsürü bardak hazırlamışsın. içlerini büyük buz parçalarıyla dolduruyorsun. bazılarına soda, bazılarına dün hazırladığın limonataları dolduruyorsun. bahçeye bakan camının önünde zor zar yetiştirdiğin ve her yaprak açışında gurur duyduğun nanelerin var, saksı içinde. dallarından birkaç yaprak koparıp, biraz da kıyamadan, bardaklara dağıtıyorsun. sen bardakları tepsiye dizerken, bahçeden arkadaşlarının sesi yükseliyor. adını bağırıyorlar, “hadi geeeeel artık”. “geliyorum, geliyorum” diyorsun tatlı bir panikle. kimi bahçeye attığın mavili kremli çizgili yastıklara yayılmış, biri hamakta oturmuş kendini sallıyor, bir ikisi karşılıklı ayaktalar arkadaşlarının. hepsi de en sevdiklerin ve birbirlerini de seven arkadaşların. tatlı bir müzik bahçeye çevirdiğin hoparlörlerle hepsinin üzerini sarmış. sen bahçeye çıkar çıkmaz elindeki içecekler sahiplerini buluyor, sona kalan limonatayı da kendine alıp sen de yayılıyorsun çizgili bir yastığa. derinden de derin sohbetler, gülmeler sürerken farkediyorsun güneşin kırmızılara çalmaya başladığını. mutfaktan kaptığın kibritle yakıyorsun bahçedeki mumları. güneşin yokluğunu farketmeden, mumların ışığında geceye uzuyor sohbet. mutlusun. mutlular. mutlusunuz.

taksidji



istisnalar kaideyi bozmaz ama; taksiciler... kendileriyle ilgili (az sonra sıralayacaklarım dahil olmak üzere) birçok genellemeyi hakeden mesleğin adamlarıdırlar. güzergah beğenmezler. her gün en çok muhatabı oldukları trafiği bir türlü kabullenemez ve sürekli olarak kaçmaya çalışırlar. amaçlarının bir yerden başka bir yere ulaşmak değil arka koltukta oturanı ulaştırmak olduğunu ve trafik tıkansa, bu ulaştırma işlemi daha da uzun sürse daha fazla paranın hanelerine yazılacağını unuturlar, yadsırlar ve o trafik için genelde sizi suçlarlar. yolları uzatmayı çok severler. hangi yoldan gidelim diye sorar, seçenekler arasından sizin seçmediğinizi seçerler, sizin seçtiğiniz yollarda yine hep trafik vardır. kendi müzik zevklerinin sizinkileriyle örtüştüğüne neredeyse emindirler ve kendilerine ait bu zevki öylesine benimsemişlerdir ki adeta dikte ederler. yorgun belki mutsuz bir günün sonunda emindirler ki siz de damar şarkılarla daha da bunalmak, mutsuzluğunuza mutsuzluk katmak istiyorsunuz. sesi açar da açarlar. sigara içilmez sticker'ına nazır yakıverirler bir sigara. yasak kural onlara işlemez. söndürmesini istediğinizde annesine edilen küfürler aklında canlanmışçasına sıkılır ruhları, size de eşit şiddette hissettirirler bunu. müşteri değil onlar her zaman haklıdır. her zaman mağdurdurlar. yapılabilecek en zor mesleklerden birini yapıyor olmanın zırhına saklanıp herşeylerine bunu kulp ederler. ah ne zorluklar yaşıyorlardır da biz onları anlamıyoruzdur, bilmiyoruzdur. küsuratlı para üstleri onları ilgilendirmez bir güzel yuvarlarlar. bozuk parası olmayana hayatı zindan eder, bir sürü asılmış surat ifadesi ve eşliğinde gelen mimiklerle hayatlarındaki tüm mutsuzluğun sebebiymişsiniz gibi hissettirirler, bakkala kuruyemişçiye gazete bayiine koşturup o lanet bütün parayı bozdurmak sizin görevinizdir. kural aşırı sürüş teknikleriyle aslında şikayet ettikleri o trafiği trafik eden kitlenin çoğunluğunu oluştururlar. çaldıkları kornalar hep yerinde ve hakedene çalınmıştır. onlara çalınanların hiçbirini haketmezler. homurdanırlar. söylenirler. direkt söylerler. olmadı sohbete sararlar. canları çok sıkılır, hep sıkılır. zor yolların adamlarıdırlar. zordurlar.


serzeniş: ruh ve bilinçaltından bildiriyor


ve ile başlayan cümleleri severim. galiba sırf bu yüzden bunu diyerek başladım yazıya. yazın kışı, kışın yazı özlüyorum genelde. ama en çok baharları severim. hem sonbahar hem ilkbahar. ikisi de birbirinden güzeller. tatlı bir açılış ve aynı tatlılıkla bir kapanış gibi, yumuşak. arkalarından harala gürele geliyor ikisinin de. birinden cayı cayır bi' yaz birinden de tir tir bi' kış çıkıyor. ama bunlar mülayim, sakin. bak ama ile başlayan cümleleri de severim. severim sevmem de ne çocuk çocuk laflar gibi durdu. severim, sevmem. bidibit bit bit. renkli dövmeleri sevmem. (bak hala)sakızdan lolipoptan çıkmış gibi geliyor bana ne olursa olsun, ister müthiş bir sanat eseri komple sırtı kaplayan (ki o durumda da aaa dev bi' sakız çiğnemiiiiş diyorum) ister salak bi çizgi kahraman olsun.. (ki o zaman efekti almak daha bi kolay, bişey demeye gerek de yok). ha sende şimdi renkli dövme varsa küsme boşuna canım, belki seninki süperdir. (ya da süper bir sakız çiğniyorsun ne biliim :)) margaritayı hiç sevmedim, tuzu limonu da, birlikte yeraldıkları çoğu şeyi de sevmeme rağmen, (turşu olsun, hıyar olsun, salataymış yok efendim daha neler neler) can yaktı yani, yordu.

sokak adamlarında sakal ve yanlarında bir köpek bulundurmak şart mıdır? kanun mu? aksi halde cezası mı var mesela? bayım tamam sokakta yaşıyorsunuz da hani size yoldaşlık eden köpeğiniz, sorarız size. atın bunu nezarete. tipler hep aynı, kıyafetler aynı modda. kahve tonlu bir pardesü (ağustos olsa bile, çünkü dolapları da sırtları sanırım o yüzden yazlık formata geçemiolar, hep pardesü daima pardesü. hala parantezin içinden çıkamadım ama pardesü dedikçe de kelimeden uzaklaştım. ne garip kelimeymiş be. pardesü. par de sü. hıımmm par des sus falan mı acaba. fransızcayım ben diye bağırıyodu zaten belliydi) mümkünse belini böyle bi iple falan bağlamış olsun. içinde muhtemelen eski memur günlerinden kalma bir gömlek. hatta belki iki gömlek, üstüste. genelde beli fazla yukarı çekilmiş bir pantolon. eskiden griymiş de şimdi pardesüye (hehehe I love pardesü) uymaya çalışıp kahveleşmiş. sakallar gri siyah beyaz. (çok renkli yani genelde) orta uzunlukta. daha uzamıyo mu da hep "o" boyda kalıyor. anladın sen o boyu. göz altları biraz çökük halkalı. dişlerden biri düşük kalanlar sarımsı. tırnaklar uzamış içleri pis. enteresan. garip bağcıklı ve hep kesinlikle yuvarlak burunlu bir ayakkabı. köpek muhtemelen siyah beyazken gri siyahlaşmış tiftik bir köpek. ve bu adamlar böyle ağaç dibine oturup sürekli bişeyle meşguldürler. ellerinde bir torba, ordan bişeyi alır öbür tarafa koyar. bişeyi bişeyle bir eder falan. senden benden meşguldür bakma. huzurludur da buna da emin ol. köpek de yanında çok mutludur. böyle bir özgürlük tablosu, yada dostluk. amatör fotografçıların, yada amatörlükten profesyonelliğe geçmeye zorlayanların, en sevdiği kare. klişe. alt açıklaması da yaşanmışlıklar...bla blalaar. yuvarlak burunlu ayakkabınla sokakta böyle amaçsız yürüdüğün bi gün yanına siyah beyaz şirin bi köpek dadanırsa "a canım beniim" deyip de sevme onu bence, olacaklar belli, sokak herkese aynı şekilde etki ediyor. matematiksel, şaşmaz.

patates salatasının üstünde sumak olsun isterim. ama sumak da pek ayrıntı bir baharat. belki sen şimdi okurken ilk kez duydun adını. bordo bişii. ekşi bişii. ama güzel bişii. postitlerle not almak hayatımı kolaylaştırıyor. ama bazen sırf böyle renkli renkli kareler etrafımda olsun diye alelade notlar alıyorum. su iç! mesela. evet içmem gerekiyor da o postit neye çare. telefonda konuşurken, toplantıdayken karalananlar, isteyerek çizmek üzere ele kalem kağıt alındığında ortaya çıkandan neden hep daha güzeldir? baş ve işaret parmaklarla fotograf kadrajı yaratmayı kim buldu, kim bulduysa aferin ona. çok havalı oluyor ve çok zevkli bir o kadar da gerçekçi.

hiçbirşeye dair bir "en" seçemiyorum. en sevdiğim renk, en sevdiğim yemek, en sevdiğim müzik türü, yok. olmuyor yani, olsun diye bazen zorluyorum kendimi aklım hep geride kalanda kalıyor. en sevdiğim renk mavi. ınghhh zavallı beyazz yok yok en sevdiğim renk beyaz. ama bir o kadar siyah. sarı turuncu kırmızı oh mis. en sevdiğim yemek makarna. diil de patatesli şeyler. aslında köfte. filan böyle gidiyor işte... yok olmuyo. kararsızlık mı bu doyumsuzluk mu nedir. sen nasıl öyle kolayca en sevdiğim yemek pizza diyorsun mesela. aklın kalmıyo mu köftede?

kola olmasa ne yapıcaktık. onsuz yiyemiyceğim yemekler var resmen. bi' ara bırakmaya yeltenmiştim (kötü bir alışkanlık addederek) böyle oturup da sipariş verirken "içecek olarak ne alırdınız" diyen garsonun yüzüne saat gibi gelen uzunlukta bön bön bakıyordum bir süre. geçti tabi şimdi şak diye kola light diyorum. onlar da ısrarla "bir diyet kola" diyorlar ağız birliği etmiş gibi. geçti diyorum o diyet devri, ama içimden. light kolaya alışmam da ayrı dert. normalinde çok şeker var hergün de bitane içiyorum diye, dediler şu light'a alış. denedim, bööö. aptal bişey. köpürüyo tadı demir gibi salak bişey. olmadı. ama ondan sonra içtiğim bütün normal kolalarda vicdan azabı duymaya başladım bünyeye kilo kilo şekerleri yolluyorum diye. öf dedim vicdan azabı çekiceğime şu salak light'a kendimi alıştıriim. başladım light içmeye, sevmeye sevmeye. pis bir işkence dönemi. öyle ki ne içtiğim light'ı seviyodum ne de normali, olur da mecburen içersem sevemiyodum. ikisi de garip gelmeye başlamıştı, allahım kola içemeyeceğim ara bi bölgede takılıp kalmıştım. kiii.. o salak light kolaya alıştım. ve bunun üzerinden bir yıl geçince ne oldu? lanet zero çıktı. vicdan azapsız normal kola tadı. ööf. ne olurdu sanki ben debelenmeden çıkaydı. bir de şu geyik var, ki bitsin artık bence hemen. kızım urfaları adanaları kebapları pizzaları yiyosun yanında da light kola içiyorsun, çok komik, bu ne perhiz (bak diyet niyetine ne güzel kelimemiz var) bu ne lahana turşusu (her türlüsünü çok severim turşunun uf) ya dostum anla artık; ben artık diyetmiş rejimmiş ve hatta perhizmişlerden içmiyorum o light kolayı. tadına alıştım. dönüşü yok. anladın? :) şimdi sen bide diceksin ki ne kola manyağıymışsın be kardeşim, anlata anlata bitiremedin satırlardır. yok. öyle diil. senin kadarım en fazla. sadece dile getirirken lafı biiiiiraz uzattım. sürekli senin hayali serzenişlerine de cevap veriyorum, niyeyse?!

şu kliplerdeki araba kullanırken şarkı söyleme hadisesi bitsin artık yeter. bide türkçe popun genelde yaza denk gelen dönemde azan "sen gittin umrumda diil hahaaayytt hiç koymadı ki acımadı kiii uzaaaaa" tavrı da bi bitse ya artık. "fotoğraf"taki o ğ beni irite ediyor. mireille mathieu havalarında takılıyorum o civarda ğğğ. yukarda sumakla ilgili vıdı vıdı yazarken odaya giren biri burası mantı yok yok nane yok o da diil "sumak" kokuyo dedi?! telepatik olarak yazdıkça odayı sumak mı kokuttum nedir. sumak kokar mı hem, yok artık. bak yine lafı gelmişken mantıya da çok yakışır sumak :) sırtım büküldü kamburluktan, hep bilgisayar yüzünden. artık quasimodonun evlilik teklifi edeceği kıvama geldim. hepimiz bir dönem, dönem dönem, hatta hala cafe açmak istemişizdir ve hala istiyoruzdur değil mi? saçma di mi? :)

yuvarlatılmış tırnaklar kadar huzursuz edici bişey varmı. böyle eskiyi, ilk öğretmenini, mahalledeki cadı teyzeyi falan hatırlatmıyor mu sana da? hatta bazısı daha bi sivrileştirilmiş. törpülere doyamamış. çok kötü. küt seviyorum ben haliyle. kütür kütür. bankaya gittim, müşteri temsilcisinin elleri incecik kemikli garip bir incelikte, tırnakları uzun, sivri ve ucu yuvarlatılmış. ve üzerinde sedefli kırık beyaz hatta kremden de kırık bir oje. daha kötüsü olabilir mi? kuş pençesi gibi mi desem, nostaljik bir korku öğesi mi bilemedim. ama ellere bakıp daralmaktan, kadına ve sorularına konsantre olamadım resmen.

çok parantezli bir yazı olmuş, yordu mu seni okurken?

23 Haziran 2008 Pazartesi

pembemsi kahve

edindiğim renk. pembemsi kahverengi. tatilin bana hediyesi. güneş, deniz, hamak, yastık. yola çıkarken sevdiğim ve bütün gün dinlediğim şarkı radyoda, sonra kumsalda yine o şarkı ve en son sırtımda güneş yanığıyla dansederken bir daha o şarkı. tatlı bir rüzgar. sevginin kokusu. sevgilinin kokusu. sevgilinin sesi. ferah bir salata. kuş sesi. uçuşan kıyafetler. uçuşan saçlar. uçuşan yapraklar. buz gibi su. buz gibi deniz. buz gibi limonata. kumda gezen ayaklar. çimde gezen ayaklar. suda yüzen ayaklar. hafif bir ürperti. taze meyveler. küçük ve yavaş adımlar. büyük gülümsemeler. kahkahalar...

yaz geldi. bu ne demek biliyor musun okuyucu. artık aylar boyunca hiçbir şeyden şikayet etmeye hakkın yok demek. mevsimlerin en koşturmalısı güneşi tepene dikti demek. şikayet diil hareket etmen gerek demek. üzerine geçirdiğin incecik bir kıyafetle anında sokaklara özgürce dökülebilmek demek. arkadaşlarınla vakit geçirmenin en rahat en eğlenceli zamanı geldi demek. yapıcak çok şey var demek. ellerin cebinde denizin kokusunu çekme hatta doyamayıp içine girip kocaman sarılma zamanı geli de geçiyor demek. yaz demek aşk demek...

durma. ekranına diil çık gökyüzüne bak, bulutlar üstünü sarmadan. mouse'unu diil sevgilinin elini, arkadaşının omzunu tut. bilgisayar sandalyene diil çimlere, kumlara otur. odanın havasını diil deniz havasını solu!

20 Haziran 2008 Cuma

detay

siyah beyaz beyaz siyah siyah siyah siyah beyaz siyah siyah siyah siyah siyah siyah beyaz siyah beyaz beyaz beyaz beyaz beyaz siyah beyaz siyah beyaz beyaz beyaz beyaz beyaz siyah beyaz siyah beyaz beyaz siyah siyah siyah siyah beyaz siyah beyaz beyaz beyaz beyaz siyah beyaz beyaz siyah siyah siyah siyah beyaz siyah siyah siyah siyah siyah siyah beyaz siyah beyaz beyaz beyaz beyaz beyaz siyah beyaz siyah beyaz beyaz beyaz beyaz beyaz siyah beyaz siyah beyaz beyaz siyah siyah siyah siyah beyaz siyah beyaz beyaz beyaz beyaz siyah beyaz beyaz siyah siyah siyah siyah beyaz siyah siyah siyah siyah siyah siyah beyaz siyah beyaz beyaz beyaz beyaz beyaz siyah beyaz siyah beyaz beyaz beyaz beyaz pembe beyaz siyah beyaz siyah beyaz beyaz siyah siyah siyah siyah beyaz siyah beyaz beyaz beyaz beyaz siyah beyaz beyaz siyah siyah siyah siyah beyaz siyah siyah siyah siyah siyah siyah beyaz siyah beyaz beyaz beyaz beyaz beyaz siyah beyaz siyah beyaz beyaz beyaz beyaz beyaz siyah beyaz siyah

19 Haziran 2008 Perşembe

iletiştirdiklerimizden misiniz


Şu iletişim denen meret ve askerleri etrafımızı sardı. Savulun. Hızla iletişimsizleşiyoruz sayesinde, bilmeden gayet ironik bir şekilde. Dağılın. Öyle de illet birşey ki önce sevdiriyor kendini, sonra alıştırıyor, ele geçiriyor, savaşı kazanıyor. Yıkılın. Farketmeden kanıksamak ne tehlikeli şey. Artık o görüşmek için gün ayarladığınız, buluşma yerinde trafiğin neresinde olduğunu, kaç dakika sonra geleceğini bilmeden ve sabırla, umutla dakikalarca beklediğiniz, karşılıklı oturduğunuzda anlatacaklarınızın biriktiği arkadaşlarınızı görüp görmemek o kadar da mesele değil. Çünkü hayatına dair tüm ayrıntıları bilebileceğiniz bir facebookunuz, geri kalanları bire bir anlatacağı bir msniniz, son saç modelini, rengini, yeni kız arkadaşını, odasının yeni şeklini, modifiye ettiği arabasını, yeni doğan bebeğini, düğününü ve daha milyonlarca ayrıntıyı görebileceğiniz dijital fotograflarınız ve tabi ara sıra küçük küçük hasret giderip "buluşalım bi ara yaaaa" demek için kullandığınız esas amacı nadir hizmet veren cep telefonlarınız ve smsleriniz var...
Ben kendi adıma, bilmemkim pabucuyarım, çık dışarıya oynayalımları, kapıya dayanıp ben geldim diyenleri, diyebilmeleri, sabırla birilerini taksim meydanının ortasında 15li 20li dakikalarca bekleyip ha geldi ha gelecek heyecanlarını yaşamayı, birilerini özlemeyi, özlemeye fırsat bulmayı, planlar yapıp yapıp buluşmaları, spontane buluşmaları, çektiğim fotografı görememeyi, güzel mi çıktı kötü mü, nasıl cıktı diye meraklarla 24ü tamamlamaya çalışmayı, filmi banyoya verip iki gün beklemeyi, fotograflara "elimde tutarak" bakmayı, albümler yapmayı ve böyle birsürü falanları filanları çıldırasıya özlüyorum. Ölmüş birini özler gibi, pek çaresiz...
Hey sen, pabucuyarım! Çık dışarıya oynayalım! Mı?

açılış kokteyli, 3 buzlu 1 limonlu

Gecenin 02:20'sinde, simetrik anlarda, yatağa simetrik uyumak varken, dolunayken, hava 25'lerdeyken, kafa 1500'lere içmeden kayarken, konuşacak kimse yokken, koca evde bir'ken ve muhtemelen yarın bu saatin 12 fazlası civarlarında ne alaka diye düşüneceğimi ve kendimden pek hazzetmeyeceğimi biliyorken bir blog yarattım, içine de ilk bu kelimeleri attım?! Bir ben mi eksikmişim bakalım. Tebdili mekanda ferahlık vardır umarım...