
12 Kasım 2008 Çarşamba
keyfekeder

6 Kasım 2008 Perşembe
degradesiz geçişler

erkekler yaşlandıkça, yaş aldıkça suya uzaklaşırlar. banyodan, yıkanmaktan kaçışların peşine düşerler. gençken, delikanlılıkta yazın yarım saatte bir duşlara giren, kısa saçının nimetleriyle uzun saçlı bizim cinse nispet yaparcasına yıkananan ve çıkan, sulara sabunlara doyamayan o erkeklere, yaş aldıkça olanlar olur, isimleri haykırıp nefesler tükenene kadar banyoya girmez hale bürünürler.

evet sana söylüyorum genç insan. böyle yaşlan. yaşlanmadan yaşlan. madem her yaşın ayrı bir güzelliği var endeksleme hiçbir davranışını gençliğine de, sırıtmadan saçmalamadan güzelce uyarla, gir suya dokun sabuna, modelden modele sok saçını, spor yap, güzel şeyler ye, modayı takip et, senin gibi tonton arkadaşlarınla buluş film partisi yap, sohbetlere aban, cafelerde buluş, torunlarla toplan tabu oyna, telefonda en yakın arkadaşını işlet, havuza bombalama atla, müziği teknolojiyi takip et, eşin hep sevgilin olsun onu şaşırt, kıskan, ona özel süslen, dergileri kucağına topla elinde portakal suyunla parkta otur keyif çat, balığa çık, evinin şeklini değiştir, tatile çık dünyayı gez, çimlere uzan, güneşe uzan, yıldızlara uzan, çiçek yetiştir, hayvan besle, doğayla ilgilen, yeni arkadaşlar edin, eskilerine çok iyi davran, oyun oyna, koş, yeni yemekler dene, gitmediğin gezmediğin yerleri keşfet, gül, kahkaha at, dans et, resim çiz, şarkı söyle, fotograf çek, bol bol sarıl, öpüş, koklaş, seviş, bunların hepsini yapacak enerji için de kalbindeki aşkı sakın kaybetme!
4 Kasım 2008 Salı
çaresiz hasret sanrıları

yazın yüzmelerin, kışın kartoplarının peşinde, çok tekerlekli bisikletini düşünerek geçirdiğin günlerde, arkadaş grubunda sadece insanların değil, kedilerin, köpeklerin hatta civcivlerin kelebeklerin olduğu, bir topun peşinde amaçsızca koşmanın nefes kesen heyecanlarıyla, gerçek süperkahramanlarının olduğu, ağaçların tepesinde, sahte çadırların içinde, kendini bile düşünmen gerekmezken bunu senin yerine annen yapıyorken, enerjin bitmek bilmezken, kumdan kaleler mecazi anlamlar taşımıyorken, duygularını göstermektan, yaşamaktan, sevincini üzüntünü açık açık paylaşmaktan sakınmıyorken, yağmurdan kaçmayı değil biriken sularda zıplamayı, kagıttan gemileri yüzdürmeyi tercih ediyorken, en kötü ihtimal ev ödeviyle burulan vicdanın bile çizgi filmlerin neşesiyle kifayetsiz kalırken, kariyerlerin değil uçurtmaların peşinde koşuyorken, bilgisayar başında büyüttüğün göbeğini eritmek için değil sırf eğlenmek için taklalar atıp koşturuyorken, arkadaşlıkların egolardan değil omuzlara atılmış kollardan ibaretken, korkuların saklambaçta yakalanmak kadar naifken, sevgini saklamayı değil kocaman kocaman göstermeyi tercih ediyorken, hayallerin astronot olmalara varacak kadar uçsuz bucaksız sınırsızken, çok çabuk heyecanlanıp bunu saklama gereği duymuyorken, gülmelere kahkahalara doyamıyorken, şimdilerde en çok düşündüğün şeylerden biri olan nasıl göründüğünle hiç ama hiç ilgilenmiyorken, küçük şeylerden 'gerçekten' mutlu olabiliyorken, mutluyken, bilmezsin huzurun gerçek anlamını ve o günlerin değerini, bilemezsin. daha kötüsünü, ya da iyisini, veya farklısını görmemişsindir henüz. ve gördüğünde de işte yine o buruk çaresizliğe bürüneceksindir, çünkü artık çok geçtir.
3 Kasım 2008 Pazartesi
oğullara kızlara analı uyarılar silsilesi



29 Eylül 2008 Pazartesi
izafiyet



18 Eylül 2008 Perşembe
eyüp sabri tuncer



11 Eylül 2008 Perşembe
dırdır vırvır

yahu bu nedir? ne saçmalık. binlerce kere kullanıldı ve artık etkisiz. etkisizseniz, etki sizsiniz ve hatta beyinsizseniz, beyin sizsiniz!!

türkiye'de niye siyah koyun yok! masaüstümde (yani bayaa bayaa masamın üstünde) bir beyaz bir siyah koyun var, notlarımı tutmakla görevlendirilmiş. o siyah olana baktıkça bunu düşünüp duruyorum. olsa süper tatlı olurdu. yurdum insanının zencisinin olmayışı gibi bişey mi acaba? mango, avokado, kapari falan da yoktu eskiden, biyerlerde var oldukları halde. yeni yeni geldiler. siyah koyunlar da ilerleyen yıllarda ufaktan gelirler mi acaba bu tarafa? ben bekliyorum, yurt dışına gideniniz varsa haber salın karalara.
msn'e özgü laflar var.eskiden de vardı asl'ler filan. belki hayat kurtarıyodur birileri için rahattır falan da ben bitanesine çok fena uyuzum. ark. ki türkçe sözlükte içinden su akıtmak için toprağı kazarak yapılan açık oluk, ingilizce sözlükte nuhun gemisi demek. ama tükçe msn'ce-msn'ce tükçe sözlüğe bir bakıyoruz. ne demekmiş efendim: arkadaş! yok artık! geliyorlar artık bana ama. yahu çok mu fazla geldi sana o 4 harf de türkçeye böyle bir kısaltma sokuşturmaya niyetlendin? ark.ım, ark.larım ark.larla. bir de tsk.ler var ki ona artık hiç giremeyeceğim.
book'un da fazla geldiği ve güzelim ismi olan facebook yerine adı bugünlerde face diye geçen o meşhur sitede dün, golden retriever bir köpeğe ait kişisel hesap gördüm. adı köpeğin adı, soyadı sahibinin kelli felli soyadı şeklinde bir hesap açılmış hayvancağıza. fotograflarda tag'lenmiş, bazı fotografların altına köpek ağzından (artık nasıl bir saçmalık siz tahayyül edin) yorumlar falan yapılmış. komik değil, sevimli değil, mantıklı değil. yani tek bir soruyla yetinemeyip iki soru soracağım hesabı açılan köpeğin sahibine: 1.ne yapıyorsun sen? 2.hakkaten bu kadar çok mu vaktin var?
yemeksepeti.com'da gördüğüm bir banner: dominos'tan iftar menüsü. italyan yemeğiyle iftar :) çok fantastik, çok hoşuma gitti. burdan yola çıkarak da bir önerim var iftar reklamlarına. bıktım artık güzel neşeli kalabalık ailelerin etrafını çevirdiği masalarda aptal aptal gülüşmelerden, kahkahalarla kola açışlardan, abartılı neşelerle çorbaları tabaklara dökenlerden. böyle tek başına pizzayla, hamburgerle orucunu açan bir genç, yada iki sevgili başbaşa ve sakin bir mutlulukta falan, ne bileyim bir alternatifi olmalı. neşe patlaması kalabalık aileler işgal etti kutuyu, ofh.
böyle sahneye bir şarkıcı çıkar. genelde saçma sapan bir mekanın saçma sapan şarkıcısıdır ve saçma şarkılar söylüyordur. o saçma sapanlıklar yetmiyormuş gibi bu şarkıcının aklına cin bir fikir gelir ve şarkı sözlerini seyirciye uyarlar, nedeni amacı bilinmez bir biçimde, hiç hazzetmediğim gevrek bir gülüş ve seyirciyi gösteren bir el eşliğinde: "bana herşey SİZİİİ hatırlatıyor" müzikten, şarkıdan, ortamdan soğuduğum eşsiz bir biçimde irite olduğum nadir anlardandır işte bu, pooff.
dır dırlarımın ardı arkası kesilmiyor ama bakın bunda da bana hak verecekler çıkacak. yine icat devşirme laflardan dem vuracağım çünkü. hapşurunca çok yaşa denir bu bir kalıp. sen işi gücü bırak, düşün ki çok yaşamanın bir faydası yok o hayat iyi olmadıktan sonra, önemli olan iyi yaşamak de. o hapşuruğun üzerine felsefik anlamlarla örülmüş bir laf ara, bul, söyle.
-hapşuuuu
-çok yaşa.
-iyi yaşa! (ehem, kendinden emin tavır, hey dostum çok değil iyi yaşamak öneli olan laf sokuşu edaları, böyle bir böbür bir ne güzel dedimcilik)
ya sana diyorum iyi yaşa'cı. çok yaşasın da, iyileştirmeye vakti çok olsun bir yolunu bulur elbet sanane, laf üstüne laf niye söyleyip, yeni yeni laflar devşirip, icat edip beni bloglara kusturuyorsun.
bitmedi. bitmiyor ki ben ne yapayım. bu iyi yaşacılar derneği toplanmış ve demişler ki biri bir şey yapınca ve biz bunu beğenip takdir ettiğimizde teşekküre denk "eline sağlık" diyoruz. ama efendi, gönülden yapılan şeylere eline sağlık dediğimizde içimiz bir kıpır kıpır bir huzursuzuz. ne yapsak ne etsek. ve buyrun bakalım "kalemine sağlık" "gönlüne sağlık" "emeğine sağlık" "yüreğine sağlık"lar havada uçuşuyor. öyle antipatik ve gereksiz ki kanımca. bu kadar adres belirtmeye gerek varmı. daha havalı daha romantik laflarla deyim üzerinden laf süslemeye ne de meraklıymışız.
ve bugün hayatımda ilk (ve çok büyük ihtimalle son) kez gay bir taksiciye taksicinin arabasına denk geldim :) hayır yazdığım taksidji yazısıyla ilgili, bugünün mevbahsi olan taksiciye duyduğum sinirden değil adama gay deyişim. kahramanımız gayet havalı ve tertemiz düpdüzgün giyimli, yuvarlak yüzlü, kirli sakallı artistik halleriyle bende cadde taksicisi havası yarattı ilk izlenim olarak. sonra önümüze çarparcasına çıkan bir arabayla başlayan "hay allahım kimler ehliyet alıyor, nasıl dönüş yaptı, yollar ne fena, devlet duy vatandaşın feryadını" konu başlıklarından karşılıklı serpiştirişlerimize abartılı el hareketleri, yaaaaaaaniiiiii'ler, ay evet'ler, olmaz yaaaağniiii'ler ve tatlı ses tonajları eklenince allah allah diye içten içe pis pis sinsi sinsi gülmeye başlamıştım ki, her taksiciye söylediğim kolay gelsin'e babaaay diye karşılık verdi :) daha ne diyeyim, belki de sevip sevebileceğim tek taksiciydi.
dırdırlarım buraya kadar, şimdilik. babaaaay :)
9 Eylül 2008 Salı
eeeyy TR, neredeysen come back!
kime, neye bu isyan. böyle bir serzenişten sonra bu buhranlara bir adres belirtmeden olmaz. bir bir sıralıyorum aklıma gelenleri şimdi, hadi bakalım buyrun burdan.
butik: her şey bunun başının altından çıkıyor zaten. ah şekerim çok butik bir restoran bulduk ta anasının nikahının yapıldığı yerde ama pek güzel. öyle atla deve değil butik bir yer olacak. bakın, butik tüm kötülüklerin anasıdır. bu butik başımıza dert açacak, demedi demeyin.
konsept: kafamda şöyle bi konsept var. konsept bir mağaza açma fikrim var ne diyosun? daha konsept bişeyler olmalı bence. yahu yok mu bunun muadili allahaşkına, dillere pelesenk de oldu atamıyorum, her deyişimden sonra da iç sesim öflüyo pöflüyo. belirleyin bir konsept, hep ona uyucam ben söz.
trend: birileri belirliyor, en yenileri eskiyenleri falan ortaya çıkıyor, bişeyler oluyor. bir de ekürileri var bunun: trendsetter, trendy falan. çok da kullanışlı meret, naapsak bilemedim.
mod: hey maşallah. bunun önünde kim durabilir söyleyin bana. hiç modumda diilim. tatil moduna girdim bile. süper bir moddayım hadi coşalım. o anki moduma göre bakarız. sen bambaşka bi moddasın şu anda. elin mood'u bakar mısınız ne hallere düştü dilimizde.
organik: manasında bir sorun yok. ama bugünlerde organik gördünüz mü şu demek oluyor: canlar, biz sizi kanserojene boğduk bi müddet, hala da boğuyoruz o ayrı. ama aslında elmalar bayaadır öyle kırmızı yuvarlak sert sulu değil! bak böyle, eciş bücüş, küçücük, çürüğümsü ve daha pahalı üstelik her yerde de bulamazsınız. organik.
ekolojik: yani?
başarılı: bakın nası zararsız, diğerlerinden ayrışık uslu görünüyor dimi? diil efendim! meyveye, sebzeye, yemeğe, giysiye başarılı diyen var yahu. bir çilek ne kadar başarılı olabilir. pantolonun çok başarılı ne demektir? öss'de derece mi aldı benim lanet pantolonum, karpuz çok başarılıymış abi mi? yurt dışında derece mi almış allahın meyvesi?
keyifli: hah! başarılı gibi bir tane daha. bir sıfat nasıl da yerli yersiz heder olurun ispatı. çok keyifli bir insan. ne dediğini sanıyor: güzel, eğlenceli biri, sevdim bunla vakit geçirirken insan sıkılmaz, hoş birisi. oysa ne diyor: bu insanın keyfi yerinde, bir şeye sevindi zahir.
format: bakınız bu da biçim demek. ama bu zavallı biçim'e nasıl bir garezimiz varsa artık, onu yok etmek namına doldurmuşuz kelimeleri dilimize.
spot: TDK tanıtımcık diyor. bundan sonra öyle diyelim mi?
daha da dayanamayacağım, gerisini siz düşünün artık benden sonra tufan.
adeta brain storming :)
13 Ağustos 2008 Çarşamba
çivit
bahçede durmuş elimde çivit mavisi boya, beyaz duvarlara bodrum evi efekti veriyorum. fonda blogların anlatmaya yetmeyeceği efsane insan bedriye teyze adeta bir radyo tiyatrosu gibi durmaksızın anlatıyor geçmişini, tarihler vere vere. bi anda tepemden aşşağıya fıskiye edasıyla sular indi. kafamı kaldırdım amcam (!) belediyenin görevini devralmış sokaktaki zakkumları suluyor. beni de kurumuş görmüş olacak ki nasiplenmemi istedi. şimdi amcacım sen beni bi güzel suladın, ben de kalktım noooooluyo?! edasıyla sana baktım, bana ne demen gerekiyor? ay hay allah yaa de, pardon olur özür dilerim olur ne biliim kusura bakma kızım, yavrum, ciğerim olur, afedersin gibi bişey de olabilir yada sus sus sadece mahçup bir ifade de olur. ama boş bir bakış ve salakça bir sırıtış ne ola ki? mevsim yaz hava sıcak diye ben senin yağmuruna mı muhtacım be amca. özür özürlü bir adam, susma özürlü bir kadın ve ben, artık ne dersen bana, zamanın küçük bir diliminde öylece durduk.sonra. sonra ne olacak, bende birkaç saniye daha donuş ve amcanınkine denk boş bakış sonra amaaan deyiş ve çivite, ve zaten hiç susmamış, yayınına devam etmekte olan bedriyeye dönüş :)
oksijen
beyaz bir mutfak. camından bir bahçe görünüyor. elinde yeşil ve sarı limonlar var, az önce bir sepetten almışsın. tahta kesme tahtasının üstüne koyup kesiyorsun limonları. üzerinde kolsuz beyaz tişörtün açıkta kalan yerlerine limonlar sıçrıyor sprey gibi. hava sıcak, tatlı bir esinti var. serinliyorsun limonlarla. kocaman birsürü bardak hazırlamışsın. içlerini büyük buz parçalarıyla dolduruyorsun. bazılarına soda, bazılarına dün hazırladığın limonataları dolduruyorsun. bahçeye bakan camının önünde zor zar yetiştirdiğin ve her yaprak açışında gurur duyduğun nanelerin var, saksı içinde. dallarından birkaç yaprak koparıp, biraz da kıyamadan, bardaklara dağıtıyorsun. sen bardakları tepsiye dizerken, bahçeden arkadaşlarının sesi yükseliyor. adını bağırıyorlar, “hadi geeeeel artık”. “geliyorum, geliyorum” diyorsun tatlı bir panikle. kimi bahçeye attığın mavili kremli çizgili yastıklara yayılmış, biri hamakta oturmuş kendini sallıyor, bir ikisi karşılıklı ayaktalar arkadaşlarının. hepsi de en sevdiklerin ve birbirlerini de seven arkadaşların. tatlı bir müzik bahçeye çevirdiğin hoparlörlerle hepsinin üzerini sarmış. sen bahçeye çıkar çıkmaz elindeki içecekler sahiplerini buluyor, sona kalan limonatayı da kendine alıp sen de yayılıyorsun çizgili bir yastığa. derinden de derin sohbetler, gülmeler sürerken farkediyorsun güneşin kırmızılara çalmaya başladığını. mutfaktan kaptığın kibritle yakıyorsun bahçedeki mumları. güneşin yokluğunu farketmeden, mumların ışığında geceye uzuyor sohbet. mutlusun. mutlular. mutlusunuz.
taksidji

istisnalar kaideyi bozmaz ama; taksiciler... kendileriyle ilgili (az sonra sıralayacaklarım dahil olmak üzere) birçok genellemeyi hakeden mesleğin adamlarıdırlar. güzergah beğenmezler. her gün en çok muhatabı oldukları trafiği bir türlü kabullenemez ve sürekli olarak kaçmaya çalışırlar. amaçlarının bir yerden başka bir yere ulaşmak değil arka koltukta oturanı ulaştırmak olduğunu ve trafik tıkansa, bu ulaştırma işlemi daha da uzun sürse daha fazla paranın hanelerine yazılacağını unuturlar, yadsırlar ve o trafik için genelde sizi suçlarlar. yolları uzatmayı çok severler. hangi yoldan gidelim diye sorar, seçenekler arasından sizin seçmediğinizi seçerler, sizin seçtiğiniz yollarda yine hep trafik vardır. kendi müzik zevklerinin sizinkileriyle örtüştüğüne neredeyse emindirler ve kendilerine ait bu zevki öylesine benimsemişlerdir ki adeta dikte ederler. yorgun belki mutsuz bir günün sonunda emindirler ki siz de damar şarkılarla daha da bunalmak, mutsuzluğunuza mutsuzluk katmak istiyorsunuz. sesi açar da açarlar. sigara içilmez sticker'ına nazır yakıverirler bir sigara. yasak kural onlara işlemez. söndürmesini istediğinizde annesine edilen küfürler aklında canlanmışçasına sıkılır ruhları, size de eşit şiddette hissettirirler bunu. müşteri değil onlar her zaman haklıdır. her zaman mağdurdurlar. yapılabilecek en zor mesleklerden birini yapıyor olmanın zırhına saklanıp herşeylerine bunu kulp ederler. ah ne zorluklar yaşıyorlardır da biz onları anlamıyoruzdur, bilmiyoruzdur. küsuratlı para üstleri onları ilgilendirmez bir güzel yuvarlarlar. bozuk parası olmayana hayatı zindan eder, bir sürü asılmış surat ifadesi ve eşliğinde gelen mimiklerle hayatlarındaki tüm mutsuzluğun sebebiymişsiniz gibi hissettirirler, bakkala kuruyemişçiye gazete bayiine koşturup o lanet bütün parayı bozdurmak sizin görevinizdir. kural aşırı sürüş teknikleriyle aslında şikayet ettikleri o trafiği trafik eden kitlenin çoğunluğunu oluştururlar. çaldıkları kornalar hep yerinde ve hakedene çalınmıştır. onlara çalınanların hiçbirini haketmezler. homurdanırlar. söylenirler. direkt söylerler. olmadı sohbete sararlar. canları çok sıkılır, hep sıkılır. zor yolların adamlarıdırlar. zordurlar.


serzeniş: ruh ve bilinçaltından bildiriyor

sokak adamlarında sakal ve yanlarında bir köpek bulundurmak şart mıdır? kanun mu? aksi halde cezası mı var mesela? bayım tamam sokakta yaşıyorsunuz da hani size yoldaşlık eden köpeğiniz, sorarız size. atın bunu nezarete. tipler hep aynı, kıyafetler aynı modda. kahve tonlu bir pardesü (ağustos olsa bile, çünkü dolapları da sırtları sanırım o yüzden yazlık formata geçemiolar, hep pardesü daima pardesü. hala parantezin içinden çıkamadım ama pardesü dedikçe de kelimeden uzaklaştım. ne garip kelimeymiş be. pardesü. par de sü. hıımmm par des sus falan mı acaba. fransızcayım ben diye bağırıyodu zaten belliydi) mümkünse belini böyle bi iple falan bağlamış olsun. içinde muhtemelen eski memur günlerinden kalma bir gömlek. hatta belki iki gömlek, üstüste. genelde beli fazla yukarı çekilmiş bir pantolon. eskiden griymiş de şimdi pardesüye (hehehe I love pardesü) uymaya çalışıp kahveleşmiş. sakallar gri siyah beyaz. (çok renkli yani genelde) orta uzunlukta. daha uzamıyo mu da hep "o" boyda kalıyor. anladın sen o boyu. göz altları biraz çökük halkalı. dişlerden biri düşük kalanlar sarımsı. tırnaklar uzamış içleri pis. enteresan. garip bağcıklı ve hep kesinlikle yuvarlak burunlu bir ayakkabı. köpek muhtemelen siyah beyazken gri siyahlaşmış tiftik bir köpek. ve bu adamlar böyle ağaç dibine oturup sürekli bişeyle meşguldürler. ellerinde bir torba, ordan bişeyi alır öbür tarafa koyar. bişeyi bişeyle bir eder falan. senden benden meşguldür bakma. huzurludur da buna da emin ol. köpek de yanında çok mutludur. böyle bir özgürlük tablosu, yada dostluk. amatör fotografçıların, yada amatörlükten profesyonelliğe geçmeye zorlayanların, en sevdiği kare. klişe. alt açıklaması da yaşanmışlıklar...bla blalaar. yuvarlak burunlu ayakkabınla sokakta böyle amaçsız yürüdüğün bi gün yanına siyah beyaz şirin bi köpek dadanırsa "a canım beniim" deyip de sevme onu bence, olacaklar belli, sokak herkese aynı şekilde etki ediyor. matematiksel, şaşmaz.
patates salatasının üstünde sumak olsun isterim. ama sumak da pek ayrıntı bir baharat. belki sen şimdi okurken ilk kez duydun adını. bordo bişii. ekşi bişii. ama güzel bişii. postitlerle not almak hayatımı kolaylaştırıyor. ama bazen sırf böyle renkli renkli kareler etrafımda olsun diye alelade notlar alıyorum. su iç! mesela. evet içmem gerekiyor da o postit neye çare. telefonda konuşurken, toplantıdayken karalananlar, isteyerek çizmek üzere ele kalem kağıt alındığında ortaya çıkandan neden hep daha güzeldir? baş ve işaret parmaklarla fotograf kadrajı yaratmayı kim buldu, kim bulduysa aferin ona. çok havalı oluyor ve çok zevkli bir o kadar da gerçekçi.
hiçbirşeye dair bir "en" seçemiyorum. en sevdiğim renk, en sevdiğim yemek, en sevdiğim müzik türü, yok. olmuyor yani, olsun diye bazen zorluyorum kendimi aklım hep geride kalanda kalıyor. en sevdiğim renk mavi. ınghhh zavallı beyazz yok yok en sevdiğim renk beyaz. ama bir o kadar siyah. sarı turuncu kırmızı oh mis. en sevdiğim yemek makarna. diil de patatesli şeyler. aslında köfte. filan böyle gidiyor işte... yok olmuyo. kararsızlık mı bu doyumsuzluk mu nedir. sen nasıl öyle kolayca en sevdiğim yemek pizza diyorsun mesela. aklın kalmıyo mu köftede?
kola olmasa ne yapıcaktık. onsuz yiyemiyceğim yemekler var resmen. bi' ara bırakmaya yeltenmiştim (kötü bir alışkanlık addederek) böyle oturup da sipariş verirken "içecek olarak ne alırdınız" diyen garsonun yüzüne saat gibi gelen uzunlukta bön bön bakıyordum bir süre. geçti tabi şimdi şak diye kola light diyorum. onlar da ısrarla "bir diyet kola" diyorlar ağız birliği etmiş gibi. geçti diyorum o diyet devri, ama içimden. light kolaya alışmam da ayrı dert. normalinde çok şeker var hergün de bitane içiyorum diye, dediler şu light'a alış. denedim, bööö. aptal bişey. köpürüyo tadı demir gibi salak bişey. olmadı. ama ondan sonra içtiğim bütün normal kolalarda vicdan azabı duymaya başladım bünyeye kilo kilo şekerleri yolluyorum diye. öf dedim vicdan azabı çekiceğime şu salak light'a kendimi alıştıriim. başladım light içmeye, sevmeye sevmeye. pis bir işkence dönemi. öyle ki ne içtiğim light'ı seviyodum ne de normali, olur da mecburen içersem sevemiyodum. ikisi de garip gelmeye başlamıştı, allahım kola içemeyeceğim ara bi bölgede takılıp kalmıştım. kiii.. o salak light kolaya alıştım. ve bunun üzerinden bir yıl geçince ne oldu? lanet zero çıktı. vicdan azapsız normal kola tadı. ööf. ne olurdu sanki ben debelenmeden çıkaydı. bir de şu geyik var, ki bitsin artık bence hemen. kızım urfaları adanaları kebapları pizzaları yiyosun yanında da light kola içiyorsun, çok komik, bu ne perhiz (bak diyet niyetine ne güzel kelimemiz var) bu ne lahana turşusu (her türlüsünü çok severim turşunun uf) ya dostum anla artık; ben artık diyetmiş rejimmiş ve hatta perhizmişlerden içmiyorum o light kolayı. tadına alıştım. dönüşü yok. anladın? :) şimdi sen bide diceksin ki ne kola manyağıymışsın be kardeşim, anlata anlata bitiremedin satırlardır. yok. öyle diil. senin kadarım en fazla. sadece dile getirirken lafı biiiiiraz uzattım. sürekli senin hayali serzenişlerine de cevap veriyorum, niyeyse?!
şu kliplerdeki araba kullanırken şarkı söyleme hadisesi bitsin artık yeter. bide türkçe popun genelde yaza denk gelen dönemde azan "sen gittin umrumda diil hahaaayytt hiç koymadı ki acımadı kiii uzaaaaa" tavrı da bi bitse ya artık. "fotoğraf"taki o ğ beni irite ediyor. mireille mathieu havalarında takılıyorum o civarda ğğğ. yukarda sumakla ilgili vıdı vıdı yazarken odaya giren biri burası mantı yok yok nane yok o da diil "sumak" kokuyo dedi?! telepatik olarak yazdıkça odayı sumak mı kokuttum nedir. sumak kokar mı hem, yok artık. bak yine lafı gelmişken mantıya da çok yakışır sumak :) sırtım büküldü kamburluktan, hep bilgisayar yüzünden. artık quasimodonun evlilik teklifi edeceği kıvama geldim. hepimiz bir dönem, dönem dönem, hatta hala cafe açmak istemişizdir ve hala istiyoruzdur değil mi? saçma di mi? :)
yuvarlatılmış tırnaklar kadar huzursuz edici bişey varmı. böyle eskiyi, ilk öğretmenini, mahalledeki cadı teyzeyi falan hatırlatmıyor mu sana da? hatta bazısı daha bi sivrileştirilmiş. törpülere doyamamış. çok kötü. küt seviyorum ben haliyle. kütür kütür. bankaya gittim, müşteri temsilcisinin elleri incecik kemikli garip bir incelikte, tırnakları uzun, sivri ve ucu yuvarlatılmış. ve üzerinde sedefli kırık beyaz hatta kremden de kırık bir oje. daha kötüsü olabilir mi? kuş pençesi gibi mi desem, nostaljik bir korku öğesi mi bilemedim. ama ellere bakıp daralmaktan, kadına ve sorularına konsantre olamadım resmen.
çok parantezli bir yazı olmuş, yordu mu seni okurken?
23 Haziran 2008 Pazartesi
pembemsi kahve
yaz geldi. bu ne demek biliyor musun okuyucu. artık aylar boyunca hiçbir şeyden şikayet etmeye hakkın yok demek. mevsimlerin en koşturmalısı güneşi tepene dikti demek. şikayet diil hareket etmen gerek demek. üzerine geçirdiğin incecik bir kıyafetle anında sokaklara özgürce dökülebilmek demek. arkadaşlarınla vakit geçirmenin en rahat en eğlenceli zamanı geldi demek. yapıcak çok şey var demek. ellerin cebinde denizin kokusunu çekme hatta doyamayıp içine girip kocaman sarılma zamanı geli de geçiyor demek. yaz demek aşk demek...
durma. ekranına diil çık gökyüzüne bak, bulutlar üstünü sarmadan. mouse'unu diil sevgilinin elini, arkadaşının omzunu tut. bilgisayar sandalyene diil çimlere, kumlara otur. odanın havasını diil deniz havasını solu!
20 Haziran 2008 Cuma
detay
19 Haziran 2008 Perşembe
iletiştirdiklerimizden misiniz

Ben kendi adıma, bilmemkim pabucuyarım, çık dışarıya oynayalımları, kapıya dayanıp ben geldim diyenleri, diyebilmeleri, sabırla birilerini taksim meydanının ortasında 15li 20li dakikalarca bekleyip ha geldi ha gelecek heyecanlarını yaşamayı, birilerini özlemeyi, özlemeye fırsat bulmayı, planlar yapıp yapıp buluşmaları, spontane buluşmaları, çektiğim fotografı görememeyi, güzel mi çıktı kötü mü, nasıl cıktı diye meraklarla 24ü tamamlamaya çalışmayı, filmi banyoya verip iki gün beklemeyi, fotograflara "elimde tutarak" bakmayı, albümler yapmayı ve böyle birsürü falanları filanları çıldırasıya özlüyorum. Ölmüş birini özler gibi, pek çaresiz...
Hey sen, pabucuyarım! Çık dışarıya oynayalım! Mı?