7 Ekim 2009 Çarşamba
anahtar paspasın altında
24 Temmuz 2009 Cuma
a tribute to alfred
şimdi bu değerlendirmelerin hiçbiyerine koymadığım bir tür daha var: şehir güvercinleri. yani beyaz, barış kardeşlik için havaya attıklarımız, yok efendim paçası fırfırlı fashion show'dan fırlayanlar veya düğünlerde baş başa verip yüzükleri taşıyan aşk güvercinleri değil söylediğim. basbayağı gri tonlarında giymeyi seven gurk gurk'cu ayakaltı güvercinlerinden bahsediyorum. estetik olarak çok da fena olmayan hatta birçok kez resimlerini çizdiğim bu türün huyları için aynı şeyi söyleyemeyeceğim sanırım.
çocukluğumda her çocuk gibi onların içine dalışım, her çocuğun dalışı gibi sonuçlanmamış; onlara yem vereceğim derken ayağımı burkmuş, annemin beni uzun bir yol boyunca kucağında taşımasına sebep olmuş, vicdan azabıyla ilk kez o zaman tanışmıştım ve hiç de sevmemiştim. güvercinlerle, girişteki bu antipatik tanışma faslının gelişme ve sonuçta da pek hazzedilmeyen durumlara yolaçması kaçınılmazdı zaten. çünkü ne derler bilirsiniz: ilk izlenim çok önemlidir.
istediği yere uçabilecek, kendi bakış açısıyla kuşbakışı bize karıncalarmışızcasına bakabilecek, ağaç tepelerinde püfür püfür keyiflerine bakabilecekken, belki de dünyanın en kalender türü olarak değerlendirebileceğimiz güvercinler nedendir bilinmez şehir hayatına adapte olmayı seçip, gökte değil yerlerde gezmeyi tercih ederler. ve onlara zarar vermeyeceğimizden nasıl emin olmuşlarsa artık genlerine işleyen bu gönül rahatlığıyla da üzerlerine basmamıza ramak kalmasına rağmen sırtında duran o iki kanadı kullanmaktansa refleksimsi bir hareketle anca 3 santim öteye zıplayıverirler.
genelde böyle zararsız ayakaltı davranan bu kuşlar bizim garip apartmanımıza (previously on blog) ayak uydurduklarından olsa gerek sınırlarımız içinde gayet ürkünç davranmaya karar vermişler.
tüm gününü, aydınlığa bakan camlarımızda, ki bunlardan dört tane var, aniden belirerek bizi ürkütmeye ayıran apartman sakinleri (artık ne kadar sakinler pek de emin değilim gerçi), banyo yaparken buzlu banyo camının arkasında elinde bıçakla banyo perdesinde beliren katilden ilham alarak aniden belirerek camı gagalar ve ani kara belirişine, garip bir de ses ekler. şans (?) eseri kafan şampuanlı ve gözlerin kapalıysa ani kalp sarsıntıları yaşar, banyoda başına birşey gelirse çıplak halini görmesi olası kişileri aklına getirir, o sıralar vucudundan memnunsan huzurla banyona devam eder değilsen rejim ve spor aktivitelerine kafa yormaya başlar camın dışındaki sinsiyi unutuverirsin.
mutfakta, sessizliğin tam ortasında, bir dilim ekmeğin üzerine nutellayı eşit oranda, taşırmadan ve parmaklarına bulaştırmadan sürmek için ciddi eforlar sarfederken, bu ritüelin içinde yoğun konsantrasyonla kaybolmuşken bu sefer mutfak camında belirir ve ani bir guuuuurrguuguguurrrrk la yine bir reflekse sebebiyet vererek sürdüğün nutellanın ekmekten kopup koluna kadar sürülmesini sağlar. ve eminim sonra da hin hin, guguruk guguruk güler camın dışından.
sabah uyku sersemi, giysi dolabının kapısını açıp, muhtelif kombinasyonlara bakıp bugün ne giysem diye düşünürken, yan pencereden bakıp iyice düşüncelere dalmanı bekleyen hain kanatlı, düşüncelerinin en derin olduğu an pencerenin üstündeki demir tenteye adeta "zıplar" ve güne bir gonk sesiyle başlamanı sağlar.
evimizin kapısının karşısında bir kapı daha var. yüzyüze bakıyorlar giriş kapısıyla. bu kapı mini depo gibi, kombinin durduğu, kilerin havalısı gibi bir ortam. ve bu kapıyı tavana bağlayan duvarda da minik dikdörtgen bir delik var. paspasımızın üzerine bıraktıkları yumurtalardan, giriş çıkış trafiği sebebiyle randıman alamayacaklarını çok şükür ki 4 senede öğrenen cam önü güvercinlerimiz çiftleşme akabinde bu kapının dikdörtgeninde kendilerini bulmaya ve evimize girip çıkarken kafamızdan maksimum 3 santimetre boşluk bırakarak ve mümkünse saçlarımızı havalandırarak pike yapmaya başladılar. o miniminnacık dirtdörtgenin içinde, gelecek yeni nesillere nasıl bir yuva hazırladıklarından bihaberdim ta ki baş ağrımı dindirmek için ilaç almak üzere o kilerin kapısını açana ve tepemize doldurdukları yuva malzemeleri ayaklarıma dökülene kadar. yüzdesel olarak büyük oranda kemiklerden oluşan, ki tertemiz bembeyaz o kemikleri hangi lanet yerden nasıl öyle tertemiz bulabildikleri de pek düşünmek istemediğim bir konu, yuva malzemeleri bir mühendisin yüksek takdirini kazanırdı. zira o kadar kemik, kolon ve kiriş olarak kullanılmaktan başka ne işe yarar o da bir başka bilinmezlik ve korku öğesi.
paparpaparparparpar kanat sesleriyle boğuşmalı geçen çiftleşme seansları, çıkır çıkır tırnak sesleri, gugugurrrr'lu burburibbbbbbbbuburrrk'lu sohbetler, tık tık tık tık gaga sesi, gonk sesi... adeta sonu gelmeyen bir senfoni.
şimdi seni çok iyi anlıyorum Alfred...
umarım orada melek de olsa eros da olsa pegasus da olsa, kanatlılardan uzakta huzurlusundur...
11 Mayıs 2009 Pazartesi
veresiye defteri
6 Mayıs 2009 Çarşamba
o sıralar bir bilgisayar için en havalı yenilikti ve adı bir anda duyulur olmuştu CDromun. sorsan nedir diye, ki annem lafımın hemen üstüne sormuştu da, manalı bir cevap alamazdın benden. çünkü biliyordum, kim bilir nerelerden duymuş da öğrenmiştim, yeni ve güzel hatta gerekli birşey olduğunu ama bir mit gibi tam da bilmiyordum neci olduğunu, ne işe hizmet ettiğini. ama olmalıydı işte. moda gibi, gençler arasında popüler olan bir nesne gibiydi CDrom. teknolojik bir yenilikti belli ki ve bir bilgisayar parçasıydı nihayetinde ama bir bilgisayarım olacaksa CDrom'lu olsundu.
ve olmuştu da. kendisiyle ne yapılacağını bilmediğim ama havasından da geçilmeyen CDromum, bilgisayarıma bir güzel ilişmiş ve kendisine vereceğim eşsiz görevleri bekliyordu, hiç gelmeyeceğini sanarak umutsuzca. çünkü ne ona okuması üzere görev adledeceğim bir CD'm ne de neden bir CD'ye ihtiyaç duyacağımla ilgili herhangi bir bilgim vardı.
derken işgüzar bir dergi günün birinde bir aslan belgeseli VCD'si verdi ve tabi olaylar gelişti. en yakın arkadaşımla okuldan çıkıp dosdoğru eve bilgisayar başına, tek ve yegane hedefe odaklanarak kurulduk. elimizde bir CD ve onu çalıştırmayı görev edindiğini vadeden bir de CDrom vardı. yapmamız gereken çok fazla şey olmamalıydı diye büyük umutlarla CDyi olması gereken yere, CDromun içine koyduk ve beklemeye başladık. çok da uzun sürmedi karşımızda duranın komutsuz hiçbir görevini yerine getirmeyeceğini anlamamız. ama ona, bize aslanları göster komutunu nasıl vermeliydik acaba. okulun en bilgisayar kurdu, ki bildikleri aslında çok da iç açıcı şeyler değildi bizden ve sadece yarım adım ötedeydi, aranmalıydı. özenle bu saçma amaç uğruna ev telefonlarında uzun süren konuşmalar, art arda yüzlerce kere aramalar, tükenen umutlar ve belki de bilgisayar başında harcanan uzun saatlerin sonunda, kim bilir ne yapmıştık da ekranda o melün aslanlar belirivermişti ve bilgisayara karşı aciz anılarımı paylaştığım, bilgisayarı en saf haliyle ve en saf halimizle keşfedişimin yoldaşı, sonradan bilgisayar programcılığının üzerine bilgisayar öğretmenliği okuyan ve bugünün bilgisayar öğretmeni arkadaşımla bugünün bilgisayar kurdu ben; bir daha bir bilgisayar yüzünden asla yaşayamayacağımız bir mutlulukla birbirimize sarılıp basbayağı sevinçten ağlamıştık (!)
ilk bilgisayar anıları tabi bu bol sevinç gözyaşılı dönemde başlamıyor. kendi ilk kalantor, kallavi boyuttaki o hantal ve tabii ki CDrom'lu masaüstü bilgisayarımı edinene kadar bilgisayarlarla aramızda geçen münasebetlerin ilki, ilkokul yıllarına denk geliyor.
bilgisayar demeye bin şahiti ısrarla isteyen o aletlerin başına geçip, ders namına öğrendiklerimiz, sanma ki şimdinin windowsu wordü öğrenen çocuklarınki gibi komplikeydi. Önümüzde simsiyah bir dos ekranı, tek hedefleri olan, ekrana diktörtgen bir renk atayıp ona başka bir renkte çerçeve atayarak yanıp söner gibi renk değiştirmelerini sağlamak olan bir sürü çocuk, oturup bir saat boyunca bol noktalı bol taksimli ve bol C harfli hallerle kod yazıyor, ve yanıp sönen çerçeveli ekrana bakıyor ve bir bilgisayar mühendisinin dev yazılımının evlerde kullanılışının gururuna sevincine denk anlar yaşıyorduk.
prince şimdilerde play station'larda olduğu gibi alevli malevli, yanar dönerli, mısırın best modeli değil, koşarken aniden duramayan ileri geri savrulan pikselli sersemin tekiydi ve o tıfıl haliyle bizi okul sonrası ev tembelliklerimizde susam sokağı kadar olmasa da, saatlerce oyalamayı başarırdı.
şimdi usb sticklerin MB'larıyla yetinemezken o zamanlar bir disketin miniminnacık sığasına dünyaları sığdırır, ordan oraya taşırdık. dial-up'ın cızırtılı, adını okurken bile senin de kulağında yankılandığına emin olduğum o cazır cuzur bağlantı sesiyle dakikalar geçirir, sabırla internete, adeta CIA'in gizli dosyalarına girmeye çalışırcasına efor sarfederek girerdik. telefonu meşgul eden internetimiz annenin şikayet engeline takılır da, uzun uzun telefon konuşmalarını beklerdik tekrar cızırtılarla kaldığımız yere geri dönebilmek için.
ve olur da bir yerlerden bir fotograftıysa görmek istediğimiz, bugün olduğu gibi göz açıp kapama süresinde açılan sayfalarca fotograflarda olduğu gibi değil değil, dakikalarca satır satır dolardı ekranımıza sabrımızı sınarcasına. ve eğer o günlerde günün modası facebook varolsaydı, sınıf arkadaşının fotografını görmeyi beklerken mezun bile olabilir, sana ayarlanacak kişinin fotografını görmeyi beklerken evde kalabilirdin.
eski bilgisayarımı artık görüşemediğim, çok uzak biyere taşınan ve nedense çok hızlı bir şekilde yaşlanmış eski bir arkadaşımmışçasına anıyorum. bugün klavyesine dokunup ekranına baktığım, atalarından bin gömlek üstün bu bilgisayarımı da, beni deli gibi korkutan hızdaki teknoloji sayesinde bir gün aynı anılar silsilesi ile hafızamın özlenecekler dosyasına atacağımı biliyorum.
gözlerini diktiğin, karşında duranın, sana görmek istediklerini hiç kaprissiz kayda değer hızda gösterenin değerini bil. ara sıra çıkardığı sorunlara, garip sorulara, apansız kapanışlarına, yanıt vermeyişlere, komik türkçesine, hata ekranlarına ok canım, canın sağolsun de geç, gün gelecek havaya açılan ışıklı ekranlarda aklından geçenleri aklından geçiş hızıyla görüntülerken, sen de onu özleyecek, eksikliklerini affedip nostaljiyle yadedeceksin benim gibi.
eski bilgisayarlarımız geçersiz işlemler yürüttüler ve toptan kapatıldılar. bu sorunlar tekrar etmeye devam ederse satıcınızla görüşün. zira tarih tekerrürden ibarettir... şimdi, (teknolojik) değişiklikleri (hafızanıza) kaydetmek istiyor musunuz?